11 Mayıs 2020 Pazartesi

TANRI'NIN ISKARTAYA ÇIKARTILMIŞ ÇOCUKLARI

Bütün sinirimi sol tarafta bırakarak, olanca sükunetimle sağ tarafıma dönüyor ve yatağımın başucunda çalan alarma dönüyorum. Sanki aramızda bir alacak-verecek meselesi varmış gibi her geçen saniye çalışı daha bir hiddetleniyor. Sabahın siniri, boğucu alarm sesiyle birleşince kendimde daha fazla dayanma gücünü bulamıyor ve canhıraş bir vaziyette ısrarla çalmaya devam eden alarmı, 'şlaap' diye basıvermek suretiyle kapatıyorum. İnsan ya da bir nesne, hiç fark etmez! Kim görevini eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor olsa, içimde anlamsız bir öfke beliriyor. Hazır sinirlenmişken, bu sinirle beraber telefonu kırmayı da içimden geçirmiyor değildim. Neyse ki zihnim olaya zamanında müdahale ederek bana telefonun daha ödenmemiş yedi taksiti olduğunu hatırlatıyor ve sadece bu sebep bile düşüncemden vazgeçmem için yeterli oluyordu. ''Ulan her sabah yaşlı dayılar, travmalı analar gibi sızlanarak uyanmaya utanmıyor musun? Konuşmasına başlarken 'şimdiki gençlik bitmiş' diye girizgâh yapan yaşlıların çoğu, bu sözlerin ilhamını sana bakarak alıyorlar. Daha gözlerini açalı on dakika bile olmadı, değer mi bu kadar kepazeliğe, yazık be abijim.'' sözleriyle kendimi, kendime çıkışırken buluyordum. Bu çıkışmanın da etkisiyle, bir an evvel sabah aktivitelerimi tamamlamaya karar verip kendimi Acıbadem'in henüz güneş görmemiş sokaklarına attım. Yalnızca birkaç dakika sonra güneş doğacak, ben de bu gün doğumuna şu an cam kenarında oturuyor olduğum Pespaye isimli pastanede, simit ve çay ikilisiyle kahvaltı yaparken şahit olacağım. Milletvekilleri, 'asgari ücret/simit+çay' hesaplamasıyla başlattıkları; ' haydi hep beraber reflü olalım' kampanyasını, bu pastanedeki fiyatlara göre de hesaplamalı.

  Bastığım yerleri inceleye inceleye, aynı karenin üstüne iki kez basmamaya çalışarak yürüyorum. Bu sırada belediyenin önceden açık renkli seçtiği asfalt tonlarında artık tamamen koyuya döndüğü gözüme çarpıyor. Anlaşılan o ki, kulaklığından son ses yükselmekte olan melodiye bir yandan eşlik etmeye çalışıp diğer yandan vakur bir ifadeyle yürümeye çalışan ve tüm bunlar aynı anda yaşanırken kafasını asla yukarı kaldırmayan insanları hiç kimse umursamıyordu. Ayrıca bu seçim tarzı benim gibi asfalt seviciler tarafından pek olumlu karşılanmayacaktır. Yine de yaşanılan bu seçim felaketine rağmen, belediye bu bölgede haftada en az bir kere asfalt çalışması yapıyor. Hatta kısa zaman önce kazılan yerleri bile tekrar kazdıklarına şahit oluyorum. Belediye çalışanlarının bu durumdan dolayı kafası bayağı karışmış gözüküyor. Bu koyu tonlarda ısrar ederlerse daha çok karışacaktır. Asfaltın insanlık olarak önemini tam anlamıyla kavrayamadık. Asfalt, insanlığa bahşedilmiş en büyük dayanak noktası, sığınaktır. İnsan, bilinmeyenin cevabını gökyüzünde değil ağırlaştırılmış çimentolarda aramalıdır.

 Temiz havadan yüz bularak yapmış olduğum bu birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından -yeteri kadar yürümüş olacağım ki- iş yerimin bulunduğu sokağa giriyorum. Şirketin bulunduğu bina konum olarak sokağın tam ortasında kalıyordu. Sokakta çoğunluğu elinde bulunduran gri renkli binalara karşı yaklaşık kırk seneyi doldurmuş, buna rağmen dış cephesi hala gururlu, portakal renkli bir binaydı. Binanın içinde bizim ofise ait iki kat bulunuyordu. Birinci kat; yazar ve karikatüristlerin bulunduğu, ikinci kat ise müdürlerin bulunduğu bölümdü. Kendimi apartmanın şahaneliği konusunda ikna etmeye çalışarak, yavaşça merdivenlerden çıkıyordum. Ofisin bulunduğu kapıdan içeri girdiğimde, iş arkadaşlarım beni bir sürprizle karşılıyorlardı. ''İYİ Kİ DOOĞĞDUUNN MUHAMMETTT.'' Hangi tarihte bulunduğumuzu hatırlamaya çalışıyordum, gün olarak perşembeydi ama tarihler konusunda pek matah sayılmazdım. Ben bulunduğum ortamı anlama telaşı içine girmişken, sesler kesilmek bir yana şiddetlenerek devam ediyordu;  ''İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN MUHAMMET!!!!'' Eğer arkadaşlarım biraz dindar olsaydı, kutlu doğum haftasını bile seçenek olarak ihtimaller arasına yazabilirdim. Artık hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bütün ilginin benim üzerimde yoğunlaştığını fark ediyordum. Kendimi bir doğum günü kutlamaya hazır hissetmeme rağmen başka hiçbir seçeneğim kalmamıştı.

  Eğer yıpranma payını da hesaba katacak olursam, yaklaşık olarak dört yüz otuz altı yaşındaydım. Ne yazık ki karşımda bulunan ve bana türlü şaklabanlıklar eşliğinde sunulan pastada o kadar mum bulunmuyordu. Hamdi içimden geçirdiklerimi duymuş olacaktı ki, mumu üflemem için pastayı uzattığı sırada; ''Hayat koca bir aldatmaca, dünyada geçen bir günün bile insanı ne kadar yaşlandırdığını kimse tahmin edemez. Bazı geceler birkaç yüzyıl kadar sürebiliyor.'' diyordu. Belki haklı olma ihtimali vardı ancak pastayı elinde tuttuğundan beri bu haklılığı ortadan kalkmıştı. Müteşekkir olduğumu belirten bir yüz ifadesi takındım, tam pastayı üfleyecekken, Nazan;

 ''Dilek dileme fikrini ortaya atan adam çağının dâhisi idi'' diyordu.  Hemen ardından Aybaba; ''Hayallerin gerçekleşme ihtimaliyle büyüleyiciliği ters orantılıdır.'' diyordu. Mareşal de; ''Benim söyleyecek bir aforizmam yok, pastanın kesilmesini bekliyorum.'' diyordu. Ben de ''Abi siz ne diyorsunuz, allaşkına.'' diyordum...

  Biz bu şirkette yıllardır çalışan, coğrafi şartların da etkisiyle çok yakın olmuş, en iyi beş arkadaşız. Lakabımız; mahşerin beş atlısı. Hayır, yanlış algılamadınız, beş atlısıyız.  Geçen sene bir kontenjan daha açıldı, biz de bu fırsattan istifade Aybaba'yı takıma katmayı uygun gördük. Her ne kadar mahşerin beş atlısı olsak bile şu sıralar dünyayı ele geçirmekten daha önemli işlerimiz var. Her gün sekiz saat boyunca, okuyunca karın ağrılarına sebebiyet veren, bazen çaydanlık altı, bazen cam silmek için kullanılan ama her ne olursa olsun, asla amacına uygun kullanılmayan bir dergi piyasaya sürüyoruz. Bu akşam işten sonra Moda yakınlarında canlı müzikten uzak herhangi bir kafede, birkaç içki eşliğinde doğduğum günü kutlamak üzere sözleşip işlerimize kaldığımız yerden devam ediyorduk.

 

                                                                 * * *

 Rıhtım ve Moda'yı birleştiren dörtyol ağzında akşamüstüne doğru buluşmuş, mekân tercihi konusunda ise bütün ruh hallerini aynı anda barındıran, ferah olduğu kadar kasvetli, mutluluğu da acıyı da ruhunuza derinlemesine işletmeyi başarabilecek mekânlardan biri olan; Zeplin'i, bugün için kendimize uygun görmüştük. Endişelenmeyin, mekânın reklam işini almadık, sadece şahsi bir imtiyaz söz konusu. Ayrıca iş ve eğlenceyi karıştıran tiplerden de değiliz. Sadece uzun zaman sonra el yapımı alkollerden, bandrollü herhangi bir tekel alkolü tüketecek olmanın heyecanı içindeyiz. Bu nitelikleri taşıyan bütün mekânlar, bizim gözümüze fazlasıyla büyülü geliyor, özellikle bu zamanlarda. İçki olarak, altın serisi ile girdiği rekabeti sadece bir oy farkla kazanan yaş üzüm rakısı bu gece kanımızda raks etmeye hak kazanmıştı. Aybaba, rakı masaya gelir gelmez büyük bir iştahla, hepimize servis etmek üzere ayağa kalktı.

''Bi' saniye, bir saniye! dedi Nazan. '' Kadehleri tokuşturmadan önce bir soru sorum olacak; Söylesene, bu kadar sene sana ne öğretti ya?''

''Aklıma bir şey gelmiyor. Daha öğrenmedim galiba.''

''Vallahi ben bilmem, söyleyene kadar kimse tek bir yudum bile almayacak!''

''İnsanın bir tür virüs olduğunu öğrendim Nazan. Covid-19 gibi!

Aybaba girdi araya;

''Ben bunu 17 yaşında keşfetmiştim. Ama o zamanlar tedavülde kuş gribi vardı.''

  Sevgili Bob araya girerek, gerçekleştirmiş olduğumuz bu gereksiz diyalogdan bizi kurtarıyordu.  Mekân kolonları hep bir ağızdan Bob'un en güzel parçalarından biri olan; 'Is This Love' şarkısını haykırıyordu. Şarkı, bu tarz rafine zevklere sahip oldukları için bütün mekân çalışanlarını statü sırasına göre öpme hissi uyandırıyordu insanın içinde.

''Madem Bob Marley, istek parça söyleyebiliyor muyuz? dedi Hamdi. ''Bütün kadınların canı cehenneme. NO WOMAN NO CRY!''

''Ya Hamdi! Orada o kısım; 'ağlama kadın, ağlama' anlamında. Bence senin beynine fazla maskülenlikten, yeterli düzeyde kan pompalanmıyor ayrıca kadın ruhundan da hiç anlamıyorsun.'' diyerek karşı çıkış yapıyordu Nazan. Altta kalmayı asla bir sonuç olarak görmeyen Hamdi, buna binaen: ''Kadın ruhu mu? Güldürme beni Nazan, asıl sen hiçbir boktan anlamıyorsun. Biraz okusaydın bilirdin, kadın ruhu Marilyn Monroe ile birlikte yok oldu.'' cevabını veriyordu. Hamdi'nin yapmış olduğu tespitte haklı olup/olmadığını bilmiyor ama gösterdiği gerekçeye saygı duyuyordum. Marilyn'in ölümü gayet geçerli bir sebep olabilirdi. Hem hayatını Frida Kahlo'dan daha sonra kaybettiği için yerine veliaht tartışmaları da olmayacaktı. Artık günümüz de bu tür ihtişamlı ruhlar yaratmak için uygun dramaya elverişli değil. Üstelik Hamdi'yle Nazan'ın yıllardır süregelen bu tür tartışmaları beni oldukça eğlendiriyordu.

 Hamdi'nin üniversite başından sonuna kadar birlikteliğini sürdürdüğü kız arkadaşı, memleketlerine dönmek için ayrıldıkları yaz başkasıyla evlenmiş. Hamdi bu olayın haberini aldığı günden beri karşı cinsiyle arasına kolay kolay kimsenin aşamayacağı bir duvar örmüştü.  Nazan ise erkek egemen toplumdan ve bu toplumun, bir kadın olarak üzerinde oluşturduğu baskıdan illallah etmiş, kendi cinsinden hoşlandığı nedeniyle daha çocukken ailesi tarafından reddedilmiş biriydi. Bu hayat şartlarında, üniversiteden beri kendi ayaklarının üzerinde durması Nazan'ı erken olgunlaştırmıştı. Bu ikili -ufak tefek atışmalarını saymazsak- fikirlerinden ötürü birbirlerini hiçbir zaman rencide etmemişlerdi. Size saygının hala var olduğu zamanlardan bahsediyorum. Hem kalp kırmaktan daha önemli işlerimiz vardı, önce yüzlerce yeni yaratıcı reklam fikirleri bulacaktık, eğer bunlardan geriye vaktimiz kalırsa o zaman dünyayı bile kurtarabilirdik. Masadakilerin bahsi geçen her konuyla alakalı en az söyleyecek bir sözü vardı. Ben bu tür durumlarda konuşmaktan pek hazzetmiyordum. Dünya üzerinde milyonlarca yıldır, söylenme ihtimali bulunan her şey yeterince söylenmiştir. Ben bu çağda, daha çok susmanın büyüsüne inanıyorum. Sessiz geçen birkaç saniye Mareşal'in bardağını masaya vurmasıyla sendeliyordu.

''Dünya'nın terazisi çok uzun zaman önce kırıldı!''

''Tam olarak ne zaman kırıldı?'' diye sordu, Aybaba alayvari bir üslupla.

''İlk insanın kalbi kırıldığında… Dünyanın terazisi de tam o sırada kırılmıştır Aybaba. Ve insan ceza olarak gönderildiği dünyada mutlu olmayı düşleyecek kadar da aptaldır.''

 Nazan masaya sesleniyor, elleriyle rakı şişesini bir sağa bir sola sallıyordu.

'Şu an daha önemli konularımız var' dedi. ''Rakımız bitti.''

''Bayağı da geç oldu. Artık kalkmamız gerek. İşe uyanamayacağız yoksa.'' diyordu Mareşal.

   Saat gece iki sularında yüzüyordu, günün yorgunluğu alkolün de etkisiyle daha fazla artmıştı. Geldiğimiz yöne doğru, bu sefer eve gitmek amacıyla tekrar yürümeye başladık. Evlere dağılmayı düşünüyorduk ama yolda yürürken bir bira içmenin harikalığından başlayan muhabbet sonucunda; hem açık hem de bu saatte bira verecek tekel telaşına düştük. Neyse ki Aybaba bulunduğumuz bölgede yeterli hâkimiyeti çoktan kurmuştu ve gideceğimiz yeri kısa süre içinde Aybaba'nın ''200-300 metre ilerde Armağan ağabeyin tekeli var, çözeriz oradan, sıkıntı yapmayın'' sözleriyle kararlaştırıyorduk. Gece tarifesiyle adet başına iki lira fazla vererek, beş tane bira aldık. Nasıl bulduğumuzdan, neden iki lira fazla ödediğimize dair yapılan tartışmalarla, kendimizi birkaç dakika içinde dört yol ağzında bulmuştuk. Ayrılmak üzereyken herkese ufak bir teşekkürü borç bildim. Lafı olmayacağını bana ve doğumumda emeği geçen herkese çok teşekkür ederek belirttiler. Kalan yola tek devam ediyordum ve fazlasıyla sarhoştum. Bunlar yeterli gelmezmiş gibi her an altıma işeyebilecek kıvama gelmiştim. Sokağa girer girmez koşar adım kendimi apartmana attım, küçük Emrah'la yarışacak bu talihsizlik serüvenine, asansörün de bozulması ekleniyordu. Müteahhitinden yöneticisine, bu hadisede emeği geçen herkese okkalı bir küfür ederek son gücümü altı kat birden çıkmaya harcadım. Sevgili tanrım; sarkastik yapını biraz dizginleyemez misin? Sen elbette her şeye kadir, her şeyi bilensin ama espri anlayışın bu yüzyıl için biraz yavan kalmıyor mu sence? Daha önce başı hiç okşanmamış çocuğun öfkesi var üzerinde, biraz daha sükûnet lütfen, biraz daha...

 

                                                                     * * *

 Ertesi gün alarmın kulak tırmalayan sesiyle beraber kalkıyordum, dün gece geç saatlere kadar dışarıda olmanın üzerimde bıraktığı yorgunluk, alarmı birkaç kere ertelememe yetmişti. Sığınacak pek bir bahanemin kalmamasıyla birlikte yaklaşık on beş dakika içinde ofiste olmam gerekiyordu. Tahmini varış süresi hesaplandığında, zamanında yetişmenin imkânsız olduğu gün gibi ortadaydı. Anlaşılan bünyem bu tempoları kaldıramayacak kadar yaşlanmıştı, yeni yaşın olumsuz yanlarından biri diye düşündüm. Her geçen saniyenin üzerimde yarattığı baskı, beni acele bir şekilde yatağımdan kalkmaya zorluyordu. Ne dişlerimi fırçalayabilecek ne de yüzüme bir su vuracak zamanım kalmıştı. En iyi ihtimalle yirmi-yirmi beş dakika geç kalacaktım. Koşar adım iş yerine doğru gidiyordum. Bir poğaça alacak bile vaktim yoktu bu yüzden pastanenin yanından hızla geçiyor ve birkaç gün önce; üstünde -utanıp sıkılmadan- onlarca kez felsefe yaptığım asfaltla bir kez olsun göz göze gelemiyordum. Büyük zahmetler sonunda geldiğim iş yerinin kapısında birkaç saniye soluklanmaya başladım. Ofis kapısından içeri adım atar atmaz yeni bir sürprizle karşılaşıyordum. Ofisin pazarlama bölümünün başında bulunan genel müdür; Götün oğlu Ertan ofise gelmiş ve ofiste bulunan herkes gibi geç kaldığımı görmüştü. Muhammet şimdi ayıklasındı pirincin taşını.

''Oo Muhammet günaydın, kendini bu kadar çok yormasaydın, ne gerek var canım erkenden gelmeye.'' diyor, Mareşal, attığı kahkahayı belli etmemek için bütün hızıyla soluğu müdürün arka tarafında alıyordu. Suçum olmadığını, götü yiyorsa ulaştırma bakanına derdini anlatmasını belirten bir surat ifadesi takınarak; ''Kusura bakmayın Müdür bey. Duraklarda çok sıra oluyor, özellikle bu saatte. Daha dikkatli olurum!'' diye mırıldandım.

''Artık çok sıra olmayan saatlerde çıkmaya gayret edersin. Hem çok fazla kafaya takma, buraya teşrif etmen bile bizim için yeterli gurur kaynağı.'' diyerek Akif Bey'in odasına yöneldi. Talihsizliğimi sikeyimdi. Buraya yüzlerce kez erken gelmişimdir, bir kez olsun kimse ''Oo Muhammet erkencisin, takdir ediyorum senin çalışmaz azmini.'' demedi. Yirmi-yirmi beş dakika geç kalarak çoktan ağzına meze olmuştum. Ertan bulunduğumuz bölgeyi terk edince soluğu Mareşal'in masasında aldım.

 ''Bu götün oğlunun ne işi var burada?''

 ''Adam genel müdür oğlum.''

 ''Banane abi, genelse genel, pek uğramazdı buraya.''

 ''Şirket küçülmeye gidiyormuş ondan gelmiş diyorlar.''

 ''Neyi küçültecekler abi yaratıcılığı mı? Zaten 8 kişi çalışıyoruz.''

 ''Bilmiyorum valla, şirket zarar mı ediyormuş ne, o tarz bir şeyler geveledi.''

 ''Aman, siktir et. Poğaça neyli?

 ''Peynirli.''

  Hem işe koşar adım gelmiş hem de sabah sabah gereksiz bir gerginliğin odak noktası olmuştum. İki olayın birden üzerimde yarattığı baskı, tansiyonumu da yerle bir etmişti.  Gözlerim kararmaya başlıyor, sanki nefesim kesiliyordu, poğaçayı kaptığım gibi bir ısırıkta yuttum. Büyük ihtimalle söylenenler doğruydu, bu yavşağın bir kere olsun hayırlı bir olaya vesile olmak için geldiği görülmemiştir. Gözlemlediğim kadarıyla ofistekilerin yüzünde gözle görülür biçimde endişe ve korku hâkimdi. Arkadaşlarımın bu yüz ifadesi daha önce '2017 anayasa değişikliği referandumu' sonuçlarının üzerimizde bıraktığı etkiyi anımsatmıştı. Her şey yolunda giderken bir anda tepetaklak olabiliyordu. Zaten ilahi adaletin nasıl tecelli ettiğine kafam bir türlü basmamıştır. Her şeye rağmen ben buradan çıkacak her karara kendimi hazırlıyordum. Sonların her zaman istendiği gibi bitmediğini 'Lost' izlerken tecrübe etmiştim. Hem işten çıkartılma söz konuysa -bugünden bağımsız- Ertan'ın listesinde bir numarayı alıyordum. Götün oğlu Ertan'la aramdaki husumet yıllar öncesinde dayanıyordu...

  Ertan ile üniversite çağlarında aynı dönem, aynı fakültede okuyan iki zıt karakterdik. Ertan ön sıraların uzmanı, ben arka sıraların müptelasıydım. Bu yavşak ders ve ders dışı hocalara binbir çeşit yalakalık yapar, sınıftaki kızlara ise ders çalışma bahanesiyle sırnaşırdı. İflah olmaz bir yalaka ve azılı bir abazaydı. Sırf bu iki özelliğinden dolayı ilerde büyük makamlara geleceğinden emindim. Aklımdan dahi geçmeyen şeyse bir gün yolumuzun kesişme fikriydi. Ben birinci öğretim olmanın zorluklarını iliğime kadar hissediyor ve dönem içinde okula kalkmayı zar-zor başarıyordum. Gidemediğim zamanlarda, şansım da yaver giderse, yerime imza attırıyordum. Sınıfta bulunduğum nadir sayılabilecek günlerden birinde, -bazı kaynaklara göre ilk görüş olarak da adlandırılabilir- Cansu'ya vurulmuştum. Öyle alelade bir vurulmak da sayılmazdı, Arif'in Manchester'a attığı golün hissettirdiklerine yakın duygulardı. Hocanın ders anlattığı vakitlerde, Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu'nun başrollerini paylaştığı 'Ah Nerede' filminin otobüsteki öpücük sahnesini hayal ediyor, bu güzide sanatçıların yerine pek de haddim olmayarak Cansu'yla kendimi koyuyordum. Yeşermekte olan bu aşkın nostalji ihtiyacını her Türk vatandaşı gibi Yeşilçam klasikleriyle tamamlıyordum. Gel zaman git zaman, bu aşkı yeterince içimde yaşamanın yeterli olduğunu düşünmüş olacağım ki, bir şekilde duygularımı açmış Cansu'nun da gönlünü kazanmayı başarmıştım. Bu götün oğlu Ertan'da benim çiçeği burnunda sevdiceğimin en yakın arkadaşlarından biriydi. Sonradan fark ettiğim üzere sınıftaki bütün kızlar gibi benim sevdiceğim de bu abazadan nasibini almıştı. Gece yarısı mesaj atmalar, ders, ödev, not bahaneleriyle sırnaşmalar ve birkaç numara daha. Kızı elinden kapmış gibi olduk bu yavşağın anlayacağınız, o zamanlardan kinli bana. Üniversiteyi altı senede ancak bitirebilmiş, şansım da yaver gidince diplomayı alır almaz kendime bu ofiste çalışma fırsatı yakalamıştım. Birkaç ay sonra ofisin tatlı ve bir o kadar babacan olan Şevket Ağabey'i emekli olmuş, yerine yeni genel müdür olarak da bu götün oğlu işe başlamıştı. Tanışma toplantısında bütün ofis çoktan ayar olmuştu Ertan'a. Hareketleri, tavırları, afrası tafrası... Gelmişini geçmişini sikip atardım ama ilk tersliği ben çıkarmak istemiyordum. Kan yavaş yavaş beynime sıçrıyor, kaderimin bu piçin ellerinde olması beni kahrediyordu. Hızımı alamayarak kendimi Ertan'ın da odada bulunduğu genel reklam hizmetleri odasına attım.

''İşinizi kolaylaştırmaya geldim Akif Bey, evrak işleri, tazminat falan hiç uğraşmayalım. Kariyerimi -Ertan'ı göstererek- bu göt oğlunun iki lafına göre şekillendirmeyeceğim. Hem bu ne anlar reklamdan yazarlıktan, varsa yoksa kimi nasıl sikebilirim derdinde. Size de teessüf ederim Akif Bey, böyle birinin lafına göre şekil almak size hiç yakışmıyor!''

 Buz kesti odayı. Sesim bütün koridorda yankılanmış olmalıydı ki, bütün herkes kapıya çoktan toplanmıştı. Umursamayarak tüm hızımla konuşmaya devam ettim;

''İşten çıkarmalar ile ilgili toplandığınızı biliyorum. Bu şerefsizin de ilk benim ismimi verdiğinden eminim. Alsın götüne soksun masayı da sandalyeyi de anca tatmin olur.''

''Evladım sen geri zekâlı mısın? Ne işten çıkartılması, aylık rapor incelemesi için burada Ertan. Bu ne terbiyesizlik!''

''Nasıl müdürüm? Kovulma falan yok mu?

Mareşal'in fısıltısını hissettim kulaklarımda, ''Şakaydı oğlum, taşak geçiyordum lan. Niye bu kadar çok gaza geliyorsun?!'' diyordu.

'' Şu ana kadar yoktu. Ama bu saygısızlığı kabullenemem. Şimdi eşyalarını topla ve çık git buradan. Saygısız herif!'' dedi Akif bey.

 Öylesine yerin dibine girmiştim ki, bıraksalar magmaya kadar sürerdi bu yolculuk. Kuru bir özürle çıktım odadan. Büyük şok içerisindeydim, bu ana tanıklık edenler de aynı durumdaydı. Aybaba'ya döndüm;

''Yapacağın şakanın amına koyayım Aybaba. Bu götün oğlunun hassas noktam olduğunu bilmiyor musun?'' diyordum. Özür ve pişmanlık minvalinde birkaç cümle geveledi, yüzünden okunuyordu üzüntüsü. Beşten dörde düşüyor olmanın hayal kırıklığı vardı ortamda. Her şeye rağmen gönlüm Aybaba'nın vicdan azabı çekmesine el vermiyordu.

 ''Yani aslında pek de dert edilecek bir şey değil Aybaba, ben biraz fevri çıkışımın kurbanı oldum. Herkesi de yüzü asık görünce gerçek sandım şakayı. Birkaç iş teklifi almıştım zaten üzülecek bir durum yok, iş dışı bol bol vakit geçiririz yine.''

  Ahmet Haşim’e nispet yaparcasına, eşyalarım elimde ağır ağır indim merdivenleri. Apartman kapısından çıktığımda rüzgârın tenime çarpması rahatlatmıştı beni. Yılların yükü kalkmıştı üstümden, en azından Ertan'ı bir daha görmeyecek olmanın huzuru yeterdi. Hem sadece Lost'un değil Game of Thrones'ın sonu da istendiği gibi bitmemişti. Benim ki nasıl bitsindi?

 Aradan dokuz gün geçti, salonda uyukluyorken akşamüstüne doğru telefonum çaldı. Gözlerimi ovuşturarak, göz ucuyla kimin aradığına baktım. Akif Bey'in aradığını görür görmez telefona sarıldım;

''Alo Muhammet. Yeni bir iş buldun mu kendine?

''Yok, efendim. Evdeyim tüm gün. Bir problem mi var?

''Haklıymışsın ulan, şerefsizi bugün kovdum. Sekreter Nurdagül bu sabah salya sümük geldi odaya. Kızı bir aydır düzenli aralıklarla taciz ediyormuş. Çıplak fotoğraflarını istiyor, dediklerimi yapmazsan seni işten kovdururum, iş hayatını bitiririm diye tehdit ediyormuş. ''

''Ben dedim size Akif Bey, üniversiteden beri tanıyorum ben bu götün oğlunu. Birinci derece yakınları hariç herkesi sikmeye çalışır bu. Dua edin siz ucuz kurtulmuşsunuz.''

'' Saçma sapan konuşma oğlum. Zaten odada yaptığın terbiyesizliğini de affetmiş değilim. Büyüklerin varken nasıl konuşacağını bilmiyorsun. Lafı daha fazla uzatmayayım. Senin için de uygunsa yarın gel, kaldığın yerden devam et.'

''İstemez olur muyum Akif Bey, rüyalarımda bile ek mesai yapıyorum kaç gündür.''

''Hadi hayırlısı, yarın görüşürüz.''

  Tanrım hatırlarsın birkaç gece önce, biraz da alkolün etkisiyle, sarkastik markastik bir şeyler geveledim sana karşı. Beni pek ciddiye alma olur mu? Ben bile kendimi ciddiye almıyorum. İşten ayrılalı yaklaşık on gün oldu, kafamı dinliyorum. Bu süre içinde düşünecek bol vaktim oldu. Fark ettim ki, yaşadığım her şey benim tercihlerimden ibaretti ve bazı sonlar her zaman güzel bitmiyordu. İlkokul çağlarında öğrenmiş olmam gereken bu bilgileri, otuz altı yaşında anca öğreniyordum. İşte hayata bilmem kaç sıfır geri de başlamak tam anlamıyla böyle bir şeydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder