1 Mayıs 2020 Cuma

SESİMİ DUYAN VAR MI?


 Genel geçer kavramların 'klişe' adı altında itibarsızlaştırıldığı dünyanın, göz ardı edilmiş bir taşrasında yaşıyorum. Burada hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Rüzgarların içinden poyraza, hayvanlardan kırmızı gagalı tukan kuşuna, içinde sadece senin geçtiğin rüyalara ve birde yan komşum Süreyya Efendi'ye saygım var.
Maalesef ki; poyraz burada esmiyor, kırmızı gagalı tukan kuşu Güney Amerika'da yaşıyor, içinde senin geçtiğin rüyalar bana uğramıyor, Süreyya Efendi ise konuşmuyor. Küçük taşralarda, sizin de bileceğiniz üzere, insanlar isimleriyle değil lakaplarıyla anılırlar, genel geçer bir klişe!
 Süreyya Efendi'ye burada 'Ahraz' diyorlar. Ahraz sağır ve dilsiz demek. Süreyya Efendi; selvi boylu, sıska vücutlu, sadece işçi sınıfına ait kambur, beyaz ve seyrek saçlı 60 kuşağında doğmuş, Avrupaya işçi ithal ettiğimiz zamanlar da Almanya'ya çalışmaya gitmiş, 98 yılın Kasım ayı gurbet hasreti canına tak ettiğinden dolayı -olaylar tam olarak böyle yaşanmasa da- orada aşık olduğu Hannah isimli kadınla beraber vatan topraklarına geri dönmüştü. Çalışırken yaptığı birikimle, bizim taşradan bir gecekondu ve kahvehane satın almış, Hannah isimli yengemizle beraber Türk örf ve adetlerine yakışır bir şekilde düğün yapmaya karar vermişlerdi. İmam nikâhı kıyılmış olmasına rağmen, resmi nikâh ve düğün için yaz aylarını bekleyeceklerdi. Buranın adetlerindendir; bütün düğünler yaz aylarında yapılır. Bizim taşranın kadınları kısa süre içinde Hannah yengeyi benimsemişler ve bununla da kalmayıp, sadece bizim yöreye özgü türkçeyi, az biraz Hannah yengemizin bünyesine zerk etmişlerdi. Burasının aramak kelimesine alo yapmak, dayak kelimesine mariz, para kelimesine kene demek gibi birçok adeti var. Ve bütün bunların Alman aksanıyla harmanlandığını düşünün... 
* * * 
 Süreyya Efendi'nin avrupa durağı Almanya olmuştu. Orada bir oto-fabrikasında işe giriyor, fabrikanın sunduğu bedava konaklama ve yemek hizmetinden faydalanıyor, bir gün tekrar vatanına dönmek için para biriktiriyordu. Bütün bunların üstüne günde sadece 8 saat çalışıyordu. Bu olay ortalama bir türk insanının eğer şansı yanındaysa rüyasında görebileceği bir durumdu. Bu sıralarda, yani yolunda giden hayat yolculuğunun tam ortasında bir klişe ihtiyacı gün yüzüne çıkıyor ve fabrika müdürünün kızı, yengemiz olacak Hannah isimli hanımefendi ile tanışıyordu. Hannah hanım, patron kızı vasfıyla fabrikanın muhasebe bölümünde çalışan uzun boylu, uzun bacaklı, eşek gözlü, babasının aksine güler yüzlü bir kadındı. Bütün bunların bir kadını sevmeye yetecek unsurlar olduğuna kanaat getiren Süreyya Efendi, bu genç kadına aşık oluverdi. Aynı iş yerinde çalışsalar bile farklı departmanlarda görev alıyorlardı. Süreyya Efendinin çalıştığı departman, giriş kapısının bulunduğu tarafta konumlanırken, Hannah hanımın çalıştığı departman ise çıkış kapısının bulunduğu tarafta konumlanıyordu. Bu talihsizlik bile hayatlarına bir klişe daha eklemek isteyen çiftimize engel olamıyor ve günde iki kere verilen yemek molalarında, Hannah'ın sigara içmeye çıktığı zamanlarda bakışma fırsatı yakalıyorlardı. Gel zaman git zaman, birbirlerine aşık olmaya yetecek kadar bakıştıklarına karar vermiş olacaklar ki, bir klişeyi daha ortaya çıkarmak adına Hannah yengemiz konuyu babasına alelade bir şekilde açıyor... Ve yeşilçam klasiklerini aratmayan olaylar sonucunda; Süreyya Efendi, Patron ve adamları tarafından mebzul miktarda dayakla beraber işten kovularak ödüllendiriliyordu. Biriktirdiği paranın bir kısmıyla ahırdan bozma, yıkık-dökük bir ev kiralayan kahramanımız, Hannah ile gizli saklı görüşmelere devam ediyordu. Süreyya Efendi'nin biriktirdiği paraların hızla erimeye başlaması ve gizli saklı yapılan buluşmaların artık yetmemesi aynı zaman dilimine denk geldiğinden dolayı çiftimiz daha fazla dayanamıyor ve Baba olacak patron bozuntusundan gizli Türkiye'ye kaçarak, bu taşraya taşınıyorlardı.
***
Çocukken arada babamın yanında kahveye gider, Süreyya Efendi'nin oraletlerinden nasibimi alırdım. Bütün kahve halkını akıcı türkçesi, kulağa hoş gelen sesi ve ilginç Avrupa anılarıyla büyülerdi. Ya da bana öyle gelirdi bilmiyorum, çünkü çocukken insana her şey büyülü geliyor. Yine bir gün Süreyya Efendi kahve cemiyetini, Hannah Yenge ise taşra kadınları cemiyetini bir araya toplayarak '16 Ağustos' günü düğün yapacaklarının müjdesini herkese veriyorlardı. Yaşları 7 ile 70 arası değişen yerli hippiler eğlence, alkol ve dans üçlüsü ufukta göründüğü için inanılmaz keyiflenmişlerdi. Düğün; mutluluklarını birkaç ana indirgemekten başka çaresi kalmayan insanlar için elbette olmazsa olmaz bir olaydı. Bütün taşra bu müjdeli haberle birlikte düğün çalışmalarına büyük bir özveriyle katılıyorlardı... Köylü kadınlar, mükemmel türkçelerinin zekatı olarak Hannah yengemize hızlandırılmış dil eğitimi veriyor, örf ve adetlerimizin yanı sıra örgü örmeyi ve bazı el işlerinin de eğitimini veriyorlardı. Zaten halk eğitim merkezi fikrini ortaya çıkaran kişi de bu taşradan çıktı. Terzilikten emekli Kör Ayfer gelinlik ve damatlıkları dikeceğinin haberini veriyor, bunu duyan Ayfer Teyze'nin eski yamuklusu Tokatçı Cemal, yurt dışından getirttiği kaçak alkolleri Süreyya Efendi'ye teslim ediyordu. Bu tarihlerde yaşanan düğünlerin günlerce, hatta haftalarca sürebilme özelliği vardı. Bizim taşrada da durumlar elbette farklı değildi. Burada yapılan düğünler sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor, damadın geçirdiği belirli bir şiddet serüveninin ardından düğün sonlanıyor ve herkes kendi hayatlarına devam etmek üzere geri dönüyordu...
 Ben o zamanlar 8 yaşındaydım ve Cedric daha doğmamıştı. Benim Chen'im, Kör Ayfer'in ortanca kızı Züleyha'ydı. Arada kaçamak bakışmalar ve fazladan 12 yaş vardı. Ben bu yaş farkını çok dert etmiyordum, aşkın yaşı olmaz sonuçta. Hem kadınlar kendilerinden küçük erkeklerden hoşlanıyormuş, Davar Süleyman öyle söylüyor, önünde sonunda bana bakacaktı anlayacağınız.
***
Günler peşi sıra birbirlerini takip ediyor, düğün günü gelip çatıyordu... Süreyya Efendi kahvehaneyi düğün salonuna çevirmişti, bu kahvehane jeopolitik konumu ve büyüklüğünden dolayı özel günlerde düğün salonu yapılabilme özelliğine sahipti. Bugün 47. düğüne ev sahipliği yapan bu güzide yer yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Ellerinden alkolü, yüzlerinden mutluluğu eksik etmeyen bu taşranın mensupları bugün için büyük bir özveriyle hazırlanmışlardı. Ben üstüme giydiğim mavi ceketim, altıma çektiğim horozibiği rengi kanvas pantolonum ve 8 yaşımın olgunluğuyla Züleyha'nın koluma girmesini rica ediyorum. Tatlı bir öpücük ve pek hazzetmediğim kafa okşama hareketinden sonra koluma giriyor ve 48. düğünün, bizim düğünümüz olması için dua ederek, kolumda Züleyha'yla ihtişamlı kahvehane kapısının içinden giriyoruz. İçeri girdiğimiz andan beri Süreyya Efendi yerine kendimi, Hannah Yenge yerine ise Züleyha'yı koyarak hayallere dalmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Ani bir sesle irkildim.
'Ne düşünüyorsun öyle ufaklık?' 
Toplum arasında bana ufaklık dememesi gerektiği konusunda birçok kez uyarmış olmama rağmen devam ediyordu. Ben yine beyefendiliğimi bozmadan, ceketimi düzelterek;
''48.düğünü.'' dedim.
''Kimler arasında geçiyor peki?''
''Daha önce kavuşamamış bütün aşıklar arasında geçiyor.''
''Hahaha! Çok acayip bir çocuksun sen.''
''Sen de çok güzelsin...'' dedim, müziğin içinde kaybolacak bir sesle.

 Danslar ve eğlenceler tüm hızlıyla devam ediyor, kadehler havada tokuşturuluyor, ben gözlerimi Züleyha'dan ve 12 katlı pastadan alamıyordum. Sabahların ilk ışıklarına kadar yapılan bu düğünlerin benim için en büyük handikapı, saat 00.00'dan sonra reşit olmayan çocukların Motor Mükremin'in minibüsüne doluşturularak zorla evlerine sokulmasıydı. Bu yüzden kalan süremi en iyi şekilde değerlendirmeliydim. On iki katlı pastanın en azından bir katını yemeli ve dünyalar güzeli Züleyha'mı en azından bir kere dansa kaldırmalıydım. Kenan Doğulu'nun henüz yeni çıkardığı 'Ben Güzelden Anlarım' şarkısında hareketli bir şekilde ve hemen ardından Gülben Ergen'in 'Kurşuni' şarkısı eşliğinde el ele dans ettik. Bu düğünlerinde böyle güzel yanları var işte, elini tutmak için yüzlerce takla atacağın kişinin elini sorgusuz sualsiz tutup, bir sağa bir sola sallama özgürlüğüne sahip olabiliyorsun. Ama ben zaten yaşımın avantajıyla birçok erkeğin hayalini kurduğu hayatı yaşıyordum. Mükemmel iki dansın ardından elini öpüyor ve bütün inceliğimle sandalyesini çekerek oturmasını bekliyorum...  Züleyha zarafetin ben ise centilmenliğin tanımını baştan yazıyordum. Tabi bütün büyü pastanın önüme gelmesiyle bozuldu. Bu dünyada karşı koyamayacağım iki şey var; birisi hepinizin malumu, diğeri ise pasta! Bütün beyefendiliğimi pastayla beraber masaya bıraktım ve ağzım yüzüm pastaya bulanana kadar yedim. Saat 00.00 olmak üzereydi, ve Motor Mükremin'in mutluluğuma darbe indirecek anonsu düğün salonunun içinde yankılanıyordu. Peçeteyle façamı düzelttikten sonra masadan müsaademi isteyerek kahvehanenin kapısından çıktım ve hemen arka bahçeye saklandım. Motor Mükremin yüksek derecede IQ yetmezliğinden dolayı benim arabada olmadığımı anlamamıştı. Mükremin'in düğüne tekrar dönmesiyle birlikte ben de arka cam tarafına doğru, Züleyha'yı en güzel açıyla izleyebilmek için konumlandım. Züleyha gerçekten harikulade görünüyordu. Gözlerimi gözlerinden alamadığım için kıyafetini inceleme fırsatını daha yeni buluyordum. Sarı saçları, kırmızı elbisesi, yeşil gözleri ve yeşil topuklu ayakkabılarıyla dünyanın en güzel kızı olmaya adaydı...  Belki biraz trafik lambasını andırıyor olabilir kombini ama gerçekten onun üzerinde bütün renkler ahenk içinde dans ediyordu.
 Ben Züleyha'nın hayalini kurarken Süreyya Efendi, Hanah Yenge'yle beraber geçireceği günlerin hayalini, Züleyha gelinlik giymenin hayalini, Tokatçı Cemil düğünden kalacak alkolleri eve götürmenin hayalini kuruyordu. Saat 03.00'ı geçer vaziyetteydi. Yaklaşık üç saattir, en güzel açıyı yakalamaya çalışan ressam edasıyla Züleyha'yı izliyorum. Yorgunluktan bayılacağım sanki, sanki yer ayaklarımın altından kayıyor, sanki..........
 16 Ağustos'u, 17 Ağustos'a bağlayan gece saat 03.02'de büyük bir sarsıntı olmaya başladı. Hiçbir şeye anlam veremedim, altıma işemiş ve olağanca gücümle bağırmaya başlayacakken başıma düşen inşaat taşlarından bayılmışıtım... Gözlerimi bir ambulansın içinde, benimle yanlamasına aynı sedyede yatan üç kişinin yanında açtım. Şiddetli bir baş ağrısından dolayı ayağa kalkmakta zorlanıyordum. Pek büyük bir şey olduğunu sanmıyorum, yöre halkı olarak alışığız burada depremlere. Ayağa kalkacak gücü kendimde bulmamla birlikte olayın büyüklüğünün farkına varıyordum... Her yer virane, çığlıklar, kanlar, cesetler, sayısız takım elbiseli insanlar, üniformalı polisler, kurtarma ekipleri ve yankılanan tek bir soru vardı... ''Sesimi duyan kimse var mı?''
* * *
 Bu felaketin ardından yaklaşık 20 sene geçti. Artık burada hiçbir düğün saat 00.00'ı geçmiyor. Artık burada hiçbir düğün eskisi gibi değil. Artık burada hiçbir şey eskisi gibi değil.
Neredeyse köyün dörtte biri enkaz altında kalmıştı. Züleyha'm, Hannah yenge, kahvehanenin yarısı... bütün sevdiklerimizi kaybettik. O zamanlar pek farkında değildim, şimdi farkına varıyorum bizden de geriye pek sağlam bir şey kalmamış. Ben o günden sonra hayal kurmayı bıraktım, Süreyya Efendi ise konuşmayı bıraktı. O günden sonra bir kez bile konuşmadı, ağzından kimse bir tek laf bile alamadı. 20 sene tek bir laf söylememek! Ben anlıyordum onu, 17 Ağustos gününden beri sadece bizim taşra değil, onun kalbi de enkaz altındaydı. Her gece 03.02'de Hannah'ının mezarına gidiyor, sessizce göz yaşlarını döküyor ve mezarını öperek oradan ayrılıyor. Bunu biliyorum, çünkü Hannah'ın yan mezarında Züleyha yatıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder