Bütün sinirimi sol tarafta bırakarak, olanca sükunetimle sağ tarafıma dönüyor ve yatağımın
başucunda çalan alarma dönüyorum. Sanki aramızda bir alacak-verecek meselesi
varmış gibi her geçen saniye çalışı daha bir
hiddetleniyor. Sabahın siniri, boğucu alarm sesiyle birleşince kendimde daha
fazla dayanma gücünü bulamıyor ve canhıraş bir vaziyette ısrarla çalmaya devam
eden alarmı, 'şlaap' diye basıvermek suretiyle kapatıyorum. İnsan ya da bir
nesne, hiç fark etmez! Kim görevini eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor olsa,
içimde anlamsız bir öfke beliriyor. Hazır sinirlenmişken, bu sinirle beraber
telefonu kırmayı da içimden geçirmiyor değildim. Neyse ki zihnim olaya
zamanında müdahale ederek bana telefonun daha ödenmemiş yedi taksiti olduğunu
hatırlatıyor ve sadece bu sebep bile düşüncemden vazgeçmem için yeterli oluyordu.
''Ulan her sabah yaşlı dayılar, travmalı analar gibi sızlanarak uyanmaya
utanmıyor musun? Konuşmasına başlarken 'şimdiki gençlik bitmiş' diye girizgâh yapan
yaşlıların çoğu, bu sözlerin ilhamını sana bakarak alıyorlar. Daha gözlerini
açalı on dakika bile olmadı, değer mi bu kadar kepazeliğe, yazık be abijim.'' sözleriyle
kendimi, kendime çıkışırken buluyordum. Bu çıkışmanın da etkisiyle, bir an
evvel sabah aktivitelerimi tamamlamaya karar verip kendimi Acıbadem'in henüz
güneş görmemiş sokaklarına attım. Yalnızca birkaç dakika sonra güneş doğacak, ben
de bu gün doğumuna şu an cam kenarında oturuyor olduğum Pespaye isimli pastanede,
simit ve çay ikilisiyle kahvaltı yaparken şahit olacağım. Milletvekilleri,
'asgari ücret/simit+çay' hesaplamasıyla başlattıkları; ' haydi hep beraber
reflü olalım' kampanyasını, bu pastanedeki fiyatlara göre de hesaplamalı.
Bastığım
yerleri inceleye inceleye, aynı karenin üstüne iki kez basmamaya çalışarak
yürüyorum. Bu sırada belediyenin önceden açık renkli seçtiği asfalt tonlarında
artık tamamen koyuya döndüğü gözüme çarpıyor. Anlaşılan o ki, kulaklığından son
ses yükselmekte olan melodiye bir yandan eşlik etmeye çalışıp diğer yandan
vakur bir ifadeyle yürümeye çalışan ve tüm bunlar aynı anda yaşanırken kafasını
asla yukarı kaldırmayan insanları hiç kimse umursamıyordu. Ayrıca bu seçim
tarzı benim gibi asfalt seviciler tarafından pek olumlu karşılanmayacaktır. Yine
de yaşanılan bu seçim felaketine rağmen, belediye bu bölgede haftada en az bir
kere asfalt çalışması yapıyor. Hatta kısa zaman önce kazılan yerleri bile tekrar
kazdıklarına şahit oluyorum. Belediye çalışanlarının bu durumdan dolayı kafası
bayağı karışmış gözüküyor. Bu koyu tonlarda ısrar ederlerse daha çok
karışacaktır. Asfaltın insanlık olarak önemini tam anlamıyla kavrayamadık. Asfalt,
insanlığa bahşedilmiş en büyük dayanak noktası, sığınaktır. İnsan, bilinmeyenin
cevabını gökyüzünde değil ağırlaştırılmış çimentolarda aramalıdır.
Temiz havadan
yüz bularak yapmış olduğum bu birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından -yeteri
kadar yürümüş olacağım ki- iş yerimin bulunduğu sokağa giriyorum. Şirketin
bulunduğu bina konum olarak sokağın tam ortasında kalıyordu. Sokakta çoğunluğu
elinde bulunduran gri renkli binalara karşı yaklaşık kırk seneyi doldurmuş,
buna rağmen dış cephesi hala gururlu, portakal renkli bir binaydı. Binanın
içinde bizim ofise ait iki kat bulunuyordu. Birinci kat; yazar ve
karikatüristlerin bulunduğu, ikinci kat ise müdürlerin bulunduğu bölümdü.
Kendimi apartmanın şahaneliği konusunda ikna etmeye çalışarak, yavaşça
merdivenlerden çıkıyordum. Ofisin bulunduğu kapıdan içeri girdiğimde, iş
arkadaşlarım beni bir sürprizle karşılıyorlardı. ''İYİ Kİ DOOĞĞDUUNN
MUHAMMETTT.'' Hangi tarihte bulunduğumuzu hatırlamaya çalışıyordum, gün olarak
perşembeydi ama tarihler konusunda pek matah sayılmazdım. Ben bulunduğum ortamı
anlama telaşı içine girmişken, sesler kesilmek bir yana şiddetlenerek devam
ediyordu; ''İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ
DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN MUHAMMET!!!!'' Eğer arkadaşlarım biraz dindar olsaydı,
kutlu doğum haftasını bile seçenek olarak ihtimaller arasına yazabilirdim.
Artık hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bütün ilginin benim üzerimde
yoğunlaştığını fark ediyordum. Kendimi bir doğum günü kutlamaya hazır
hissetmeme rağmen başka hiçbir seçeneğim kalmamıştı.
Eğer yıpranma
payını da hesaba katacak olursam, yaklaşık olarak dört yüz otuz altı
yaşındaydım. Ne yazık ki karşımda bulunan ve bana türlü şaklabanlıklar
eşliğinde sunulan pastada o kadar mum bulunmuyordu. Hamdi içimden
geçirdiklerimi duymuş olacaktı ki, mumu üflemem için pastayı uzattığı sırada;
''Hayat koca bir aldatmaca, dünyada geçen bir günün bile insanı ne kadar
yaşlandırdığını kimse tahmin edemez. Bazı geceler birkaç yüzyıl kadar
sürebiliyor.'' diyordu. Belki haklı olma ihtimali vardı ancak pastayı elinde
tuttuğundan beri bu haklılığı ortadan kalkmıştı. Müteşekkir olduğumu belirten
bir yüz ifadesi takındım, tam pastayı üfleyecekken, Nazan;
''Dilek dileme
fikrini ortaya atan adam çağının dâhisi idi'' diyordu. Hemen ardından Aybaba; ''Hayallerin
gerçekleşme ihtimaliyle büyüleyiciliği ters orantılıdır.'' diyordu. Mareşal de;
''Benim söyleyecek bir aforizmam yok, pastanın kesilmesini bekliyorum.''
diyordu. Ben de ''Abi siz ne diyorsunuz, allaşkına.'' diyordum...
Biz bu
şirkette yıllardır çalışan, coğrafi şartların da etkisiyle çok yakın olmuş, en
iyi beş arkadaşız. Lakabımız; mahşerin beş atlısı. Hayır, yanlış algılamadınız,
beş atlısıyız. Geçen sene bir kontenjan
daha açıldı, biz de bu fırsattan istifade Aybaba'yı takıma katmayı uygun
gördük. Her ne kadar mahşerin beş atlısı olsak bile şu sıralar dünyayı ele
geçirmekten daha önemli işlerimiz var. Her gün sekiz saat boyunca, okuyunca
karın ağrılarına sebebiyet veren, bazen çaydanlık altı, bazen cam silmek için
kullanılan ama her ne olursa olsun, asla amacına uygun kullanılmayan bir dergi
piyasaya sürüyoruz. Bu akşam işten sonra Moda yakınlarında canlı müzikten uzak
herhangi bir kafede, birkaç içki eşliğinde doğduğum günü kutlamak üzere
sözleşip işlerimize kaldığımız yerden devam ediyorduk.
* * *
Rıhtım ve
Moda'yı birleştiren dörtyol ağzında akşamüstüne doğru buluşmuş, mekân tercihi
konusunda ise bütün ruh hallerini aynı anda barındıran, ferah olduğu kadar
kasvetli, mutluluğu da acıyı da ruhunuza derinlemesine işletmeyi başarabilecek mekânlardan
biri olan; Zeplin'i, bugün için kendimize uygun görmüştük. Endişelenmeyin, mekânın
reklam işini almadık, sadece şahsi bir imtiyaz söz konusu. Ayrıca iş ve
eğlenceyi karıştıran tiplerden de değiliz. Sadece uzun zaman sonra el yapımı
alkollerden, bandrollü herhangi bir tekel alkolü tüketecek olmanın heyecanı
içindeyiz. Bu nitelikleri taşıyan bütün mekânlar, bizim gözümüze fazlasıyla
büyülü geliyor, özellikle bu zamanlarda. İçki olarak, altın serisi ile girdiği
rekabeti sadece bir oy farkla kazanan yaş üzüm rakısı bu gece kanımızda raks
etmeye hak kazanmıştı. Aybaba, rakı masaya gelir gelmez büyük bir iştahla,
hepimize servis etmek üzere ayağa kalktı.
''Bi' saniye, bir saniye! dedi Nazan. '' Kadehleri
tokuşturmadan önce bir soru sorum olacak; Söylesene, bu kadar sene sana ne
öğretti ya?''
''Aklıma bir şey gelmiyor. Daha öğrenmedim galiba.''
''Vallahi ben bilmem, söyleyene kadar kimse tek bir
yudum bile almayacak!''
''İnsanın bir tür virüs olduğunu öğrendim Nazan.
Covid-19 gibi!
Aybaba girdi araya;
''Ben bunu 17 yaşında keşfetmiştim. Ama o zamanlar tedavülde
kuş gribi vardı.''
Sevgili Bob araya
girerek, gerçekleştirmiş olduğumuz bu gereksiz diyalogdan bizi kurtarıyordu. Mekân kolonları hep bir ağızdan Bob'un en
güzel parçalarından biri olan; 'Is This Love' şarkısını haykırıyordu. Şarkı, bu
tarz rafine zevklere sahip oldukları için bütün mekân çalışanlarını statü
sırasına göre öpme hissi uyandırıyordu insanın içinde.
''Madem Bob Marley, istek parça söyleyebiliyor muyuz?
dedi Hamdi. ''Bütün kadınların canı cehenneme. NO WOMAN NO CRY!''
''Ya Hamdi! Orada o kısım; 'ağlama kadın, ağlama'
anlamında. Bence senin beynine fazla maskülenlikten, yeterli düzeyde kan
pompalanmıyor ayrıca kadın ruhundan da hiç anlamıyorsun.'' diyerek karşı çıkış
yapıyordu Nazan. Altta kalmayı asla bir sonuç olarak görmeyen Hamdi, buna
binaen: ''Kadın ruhu mu? Güldürme beni Nazan, asıl sen hiçbir boktan
anlamıyorsun. Biraz okusaydın bilirdin, kadın ruhu Marilyn Monroe ile birlikte
yok oldu.'' cevabını veriyordu. Hamdi'nin yapmış olduğu tespitte haklı
olup/olmadığını bilmiyor ama gösterdiği gerekçeye saygı duyuyordum. Marilyn'in
ölümü gayet geçerli bir sebep olabilirdi. Hem hayatını Frida Kahlo'dan daha
sonra kaybettiği için yerine veliaht tartışmaları da olmayacaktı. Artık günümüz
de bu tür ihtişamlı ruhlar yaratmak için uygun dramaya elverişli değil. Üstelik
Hamdi'yle Nazan'ın yıllardır süregelen bu tür tartışmaları beni oldukça
eğlendiriyordu.
Hamdi'nin
üniversite başından sonuna kadar birlikteliğini sürdürdüğü kız arkadaşı,
memleketlerine dönmek için ayrıldıkları yaz başkasıyla evlenmiş. Hamdi bu
olayın haberini aldığı günden beri karşı cinsiyle arasına kolay kolay kimsenin
aşamayacağı bir duvar örmüştü. Nazan ise
erkek egemen toplumdan ve bu toplumun, bir kadın olarak üzerinde oluşturduğu
baskıdan illallah etmiş, kendi cinsinden hoşlandığı nedeniyle daha çocukken
ailesi tarafından reddedilmiş biriydi. Bu hayat şartlarında, üniversiteden beri
kendi ayaklarının üzerinde durması Nazan'ı erken olgunlaştırmıştı. Bu ikili
-ufak tefek atışmalarını saymazsak- fikirlerinden ötürü birbirlerini hiçbir
zaman rencide etmemişlerdi. Size saygının hala var olduğu zamanlardan
bahsediyorum. Hem kalp kırmaktan daha önemli işlerimiz vardı, önce yüzlerce
yeni yaratıcı reklam fikirleri bulacaktık, eğer bunlardan geriye vaktimiz
kalırsa o zaman dünyayı bile kurtarabilirdik. Masadakilerin bahsi geçen her
konuyla alakalı en az söyleyecek bir sözü vardı. Ben bu tür durumlarda
konuşmaktan pek hazzetmiyordum. Dünya üzerinde milyonlarca yıldır, söylenme
ihtimali bulunan her şey yeterince söylenmiştir. Ben bu çağda, daha çok
susmanın büyüsüne inanıyorum. Sessiz geçen birkaç saniye Mareşal'in bardağını
masaya vurmasıyla sendeliyordu.
''Dünya'nın terazisi çok uzun zaman önce kırıldı!''
''Tam olarak ne zaman kırıldı?'' diye sordu, Aybaba
alayvari bir üslupla.
''İlk insanın kalbi kırıldığında… Dünyanın terazisi de
tam o sırada kırılmıştır Aybaba. Ve insan ceza olarak gönderildiği dünyada
mutlu olmayı düşleyecek kadar da aptaldır.''
Nazan masaya
sesleniyor, elleriyle rakı şişesini bir sağa bir sola sallıyordu.
'Şu an daha önemli konularımız var' dedi. ''Rakımız
bitti.''
''Bayağı da geç oldu. Artık kalkmamız gerek. İşe
uyanamayacağız yoksa.'' diyordu Mareşal.
Saat gece iki
sularında yüzüyordu, günün yorgunluğu alkolün de etkisiyle daha fazla artmıştı.
Geldiğimiz yöne doğru, bu sefer eve gitmek amacıyla tekrar yürümeye başladık.
Evlere dağılmayı düşünüyorduk ama yolda yürürken bir bira içmenin
harikalığından başlayan muhabbet sonucunda; hem açık hem de bu saatte bira
verecek tekel telaşına düştük. Neyse ki Aybaba bulunduğumuz bölgede yeterli hâkimiyeti
çoktan kurmuştu ve gideceğimiz yeri kısa süre içinde Aybaba'nın ''200-300 metre
ilerde Armağan ağabeyin tekeli var, çözeriz oradan, sıkıntı yapmayın''
sözleriyle kararlaştırıyorduk. Gece tarifesiyle adet başına iki lira fazla
vererek, beş tane bira aldık. Nasıl bulduğumuzdan, neden iki lira fazla
ödediğimize dair yapılan tartışmalarla, kendimizi birkaç dakika içinde dört yol
ağzında bulmuştuk. Ayrılmak üzereyken herkese ufak bir teşekkürü borç bildim.
Lafı olmayacağını bana ve doğumumda emeği geçen herkese çok teşekkür ederek
belirttiler. Kalan yola tek devam ediyordum ve fazlasıyla sarhoştum. Bunlar
yeterli gelmezmiş gibi her an altıma işeyebilecek kıvama gelmiştim. Sokağa
girer girmez koşar adım kendimi apartmana attım, küçük Emrah'la yarışacak bu
talihsizlik serüvenine, asansörün de bozulması ekleniyordu. Müteahhitinden
yöneticisine, bu hadisede emeği geçen herkese okkalı bir küfür ederek son
gücümü altı kat birden çıkmaya harcadım. Sevgili tanrım; sarkastik yapını biraz
dizginleyemez misin? Sen elbette her şeye kadir, her şeyi bilensin ama espri
anlayışın bu yüzyıl için biraz yavan kalmıyor mu sence? Daha önce başı hiç
okşanmamış çocuğun öfkesi var üzerinde, biraz daha sükûnet lütfen, biraz
daha...
* * *
Ertesi gün
alarmın kulak tırmalayan sesiyle beraber kalkıyordum, dün gece geç saatlere
kadar dışarıda olmanın üzerimde bıraktığı yorgunluk, alarmı birkaç kere
ertelememe yetmişti. Sığınacak pek bir bahanemin kalmamasıyla birlikte yaklaşık
on beş dakika içinde ofiste olmam gerekiyordu. Tahmini varış süresi
hesaplandığında, zamanında yetişmenin imkânsız olduğu gün gibi ortadaydı.
Anlaşılan bünyem bu tempoları kaldıramayacak kadar yaşlanmıştı, yeni yaşın
olumsuz yanlarından biri diye düşündüm. Her geçen saniyenin üzerimde yarattığı
baskı, beni acele bir şekilde yatağımdan kalkmaya zorluyordu. Ne dişlerimi
fırçalayabilecek ne de yüzüme bir su vuracak zamanım kalmıştı. En iyi ihtimalle
yirmi-yirmi beş dakika geç kalacaktım. Koşar adım iş yerine doğru gidiyordum.
Bir poğaça alacak bile vaktim yoktu bu yüzden pastanenin yanından hızla geçiyor
ve birkaç gün önce; üstünde -utanıp sıkılmadan- onlarca kez felsefe yaptığım
asfaltla bir kez olsun göz göze gelemiyordum. Büyük zahmetler sonunda geldiğim
iş yerinin kapısında birkaç saniye soluklanmaya başladım. Ofis kapısından içeri
adım atar atmaz yeni bir sürprizle karşılaşıyordum. Ofisin pazarlama bölümünün
başında bulunan genel müdür; Götün oğlu Ertan ofise gelmiş ve ofiste bulunan
herkes gibi geç kaldığımı görmüştü. Muhammet şimdi ayıklasındı pirincin taşını.
''Oo Muhammet günaydın, kendini bu kadar çok
yormasaydın, ne gerek var canım erkenden gelmeye.'' diyor, Mareşal, attığı
kahkahayı belli etmemek için bütün hızıyla soluğu müdürün arka tarafında
alıyordu. Suçum olmadığını, götü yiyorsa ulaştırma bakanına derdini anlatmasını
belirten bir surat ifadesi takınarak; ''Kusura bakmayın Müdür bey. Duraklarda
çok sıra oluyor, özellikle bu saatte. Daha dikkatli olurum!'' diye mırıldandım.
''Artık çok sıra olmayan saatlerde çıkmaya gayret
edersin. Hem çok fazla kafaya takma, buraya teşrif etmen bile bizim için
yeterli gurur kaynağı.'' diyerek Akif Bey'in odasına yöneldi. Talihsizliğimi
sikeyimdi. Buraya yüzlerce kez erken gelmişimdir, bir kez olsun kimse ''Oo
Muhammet erkencisin, takdir ediyorum senin çalışmaz azmini.'' demedi.
Yirmi-yirmi beş dakika geç kalarak çoktan ağzına meze olmuştum. Ertan
bulunduğumuz bölgeyi terk edince soluğu Mareşal'in masasında aldım.
''Bu götün
oğlunun ne işi var burada?''
''Adam genel
müdür oğlum.''
''Banane abi, genelse
genel, pek uğramazdı buraya.''
''Şirket
küçülmeye gidiyormuş ondan gelmiş diyorlar.''
''Neyi
küçültecekler abi yaratıcılığı mı? Zaten 8 kişi çalışıyoruz.''
''Bilmiyorum
valla, şirket zarar mı ediyormuş ne, o tarz bir şeyler geveledi.''
''Aman, siktir
et. Poğaça neyli?
''Peynirli.''
Hem işe koşar
adım gelmiş hem de sabah sabah gereksiz bir gerginliğin odak noktası olmuştum.
İki olayın birden üzerimde yarattığı baskı, tansiyonumu da yerle bir
etmişti. Gözlerim kararmaya başlıyor,
sanki nefesim kesiliyordu, poğaçayı kaptığım gibi bir ısırıkta yuttum. Büyük
ihtimalle söylenenler doğruydu, bu yavşağın bir kere olsun hayırlı bir olaya
vesile olmak için geldiği görülmemiştir. Gözlemlediğim kadarıyla ofistekilerin
yüzünde gözle görülür biçimde endişe ve korku hâkimdi. Arkadaşlarımın bu yüz
ifadesi daha önce '2017 anayasa değişikliği referandumu' sonuçlarının üzerimizde
bıraktığı etkiyi anımsatmıştı. Her şey yolunda giderken bir anda tepetaklak
olabiliyordu. Zaten ilahi adaletin nasıl tecelli ettiğine kafam bir türlü
basmamıştır. Her şeye rağmen ben buradan çıkacak her karara kendimi
hazırlıyordum. Sonların her zaman istendiği gibi bitmediğini 'Lost' izlerken
tecrübe etmiştim. Hem işten çıkartılma söz konuysa -bugünden bağımsız- Ertan'ın
listesinde bir numarayı alıyordum. Götün oğlu Ertan'la aramdaki husumet yıllar
öncesinde dayanıyordu...
Ertan ile
üniversite çağlarında aynı dönem, aynı fakültede okuyan iki zıt karakterdik.
Ertan ön sıraların uzmanı, ben arka sıraların müptelasıydım. Bu yavşak ders ve
ders dışı hocalara binbir çeşit yalakalık yapar, sınıftaki kızlara ise ders
çalışma bahanesiyle sırnaşırdı. İflah olmaz bir yalaka ve azılı bir abazaydı.
Sırf bu iki özelliğinden dolayı ilerde büyük makamlara geleceğinden emindim.
Aklımdan dahi geçmeyen şeyse bir gün yolumuzun kesişme fikriydi. Ben birinci
öğretim olmanın zorluklarını iliğime kadar hissediyor ve dönem içinde okula
kalkmayı zar-zor başarıyordum. Gidemediğim zamanlarda, şansım da yaver giderse,
yerime imza attırıyordum. Sınıfta bulunduğum nadir sayılabilecek günlerden
birinde, -bazı kaynaklara göre ilk görüş olarak da adlandırılabilir- Cansu'ya
vurulmuştum. Öyle alelade bir vurulmak da sayılmazdı, Arif'in Manchester'a
attığı golün hissettirdiklerine yakın duygulardı. Hocanın ders anlattığı
vakitlerde, Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu'nun başrollerini paylaştığı 'Ah
Nerede' filminin otobüsteki öpücük sahnesini hayal ediyor, bu güzide
sanatçıların yerine pek de haddim olmayarak Cansu'yla kendimi koyuyordum.
Yeşermekte olan bu aşkın nostalji ihtiyacını her Türk vatandaşı gibi Yeşilçam
klasikleriyle tamamlıyordum. Gel zaman git zaman, bu aşkı yeterince içimde
yaşamanın yeterli olduğunu düşünmüş olacağım ki, bir şekilde duygularımı açmış
Cansu'nun da gönlünü kazanmayı başarmıştım. Bu götün oğlu Ertan'da benim çiçeği
burnunda sevdiceğimin en yakın arkadaşlarından biriydi. Sonradan fark ettiğim
üzere sınıftaki bütün kızlar gibi benim sevdiceğim de bu abazadan nasibini
almıştı. Gece yarısı mesaj atmalar, ders, ödev, not bahaneleriyle sırnaşmalar
ve birkaç numara daha. Kızı elinden kapmış gibi olduk bu yavşağın
anlayacağınız, o zamanlardan kinli bana. Üniversiteyi altı senede ancak
bitirebilmiş, şansım da yaver gidince diplomayı alır almaz kendime bu ofiste
çalışma fırsatı yakalamıştım. Birkaç ay sonra ofisin tatlı ve bir o kadar
babacan olan Şevket Ağabey'i emekli olmuş, yerine yeni genel müdür olarak da bu
götün oğlu işe başlamıştı. Tanışma toplantısında bütün ofis çoktan ayar olmuştu
Ertan'a. Hareketleri, tavırları, afrası tafrası... Gelmişini geçmişini sikip
atardım ama ilk tersliği ben çıkarmak istemiyordum. Kan yavaş yavaş beynime
sıçrıyor, kaderimin bu piçin ellerinde olması beni kahrediyordu. Hızımı
alamayarak kendimi Ertan'ın da odada bulunduğu genel reklam hizmetleri odasına
attım.
''İşinizi kolaylaştırmaya geldim Akif Bey, evrak
işleri, tazminat falan hiç uğraşmayalım. Kariyerimi -Ertan'ı göstererek- bu göt
oğlunun iki lafına göre şekillendirmeyeceğim. Hem bu ne anlar reklamdan
yazarlıktan, varsa yoksa kimi nasıl sikebilirim derdinde. Size de teessüf
ederim Akif Bey, böyle birinin lafına göre şekil almak size hiç yakışmıyor!''
Buz kesti
odayı. Sesim bütün koridorda yankılanmış olmalıydı ki, bütün herkes kapıya
çoktan toplanmıştı. Umursamayarak tüm hızımla konuşmaya devam ettim;
''İşten çıkarmalar ile ilgili toplandığınızı
biliyorum. Bu şerefsizin de ilk benim ismimi verdiğinden eminim. Alsın götüne
soksun masayı da sandalyeyi de anca tatmin olur.''
''Evladım sen geri zekâlı mısın? Ne işten
çıkartılması, aylık rapor incelemesi için burada Ertan. Bu ne terbiyesizlik!''
''Nasıl müdürüm? Kovulma falan yok mu?
Mareşal'in fısıltısını hissettim kulaklarımda,
''Şakaydı oğlum, taşak geçiyordum lan. Niye bu kadar çok gaza geliyorsun?!''
diyordu.
'' Şu ana kadar yoktu. Ama bu saygısızlığı kabullenemem.
Şimdi eşyalarını topla ve çık git buradan. Saygısız herif!'' dedi Akif bey.
Öylesine yerin
dibine girmiştim ki, bıraksalar magmaya kadar sürerdi bu yolculuk. Kuru bir
özürle çıktım odadan. Büyük şok içerisindeydim, bu ana tanıklık edenler de aynı
durumdaydı. Aybaba'ya döndüm;
''Yapacağın şakanın amına koyayım Aybaba. Bu götün
oğlunun hassas noktam olduğunu bilmiyor musun?'' diyordum. Özür ve pişmanlık
minvalinde birkaç cümle geveledi, yüzünden okunuyordu üzüntüsü. Beşten dörde
düşüyor olmanın hayal kırıklığı vardı ortamda. Her şeye rağmen gönlüm
Aybaba'nın vicdan azabı çekmesine el vermiyordu.
''Yani aslında
pek de dert edilecek bir şey değil Aybaba, ben biraz fevri çıkışımın kurbanı
oldum. Herkesi de yüzü asık görünce gerçek sandım şakayı. Birkaç iş teklifi
almıştım zaten üzülecek bir durum yok, iş dışı bol bol vakit geçiririz yine.''
Ahmet Haşim’e
nispet yaparcasına, eşyalarım elimde ağır ağır indim merdivenleri. Apartman
kapısından çıktığımda rüzgârın tenime çarpması rahatlatmıştı beni. Yılların
yükü kalkmıştı üstümden, en azından Ertan'ı bir daha görmeyecek olmanın huzuru
yeterdi. Hem sadece Lost'un değil Game of Thrones'ın sonu da istendiği gibi
bitmemişti. Benim ki nasıl bitsindi?
Aradan dokuz
gün geçti, salonda uyukluyorken akşamüstüne doğru telefonum çaldı. Gözlerimi
ovuşturarak, göz ucuyla kimin aradığına baktım. Akif Bey'in aradığını görür
görmez telefona sarıldım;
''Alo Muhammet. Yeni bir iş buldun mu kendine?
''Yok, efendim. Evdeyim tüm gün. Bir problem mi var?
''Haklıymışsın ulan, şerefsizi bugün kovdum. Sekreter Nurdagül
bu sabah salya sümük geldi odaya. Kızı bir aydır düzenli aralıklarla taciz
ediyormuş. Çıplak fotoğraflarını istiyor, dediklerimi yapmazsan seni işten
kovdururum, iş hayatını bitiririm diye tehdit ediyormuş. ''
''Ben dedim size Akif Bey, üniversiteden beri
tanıyorum ben bu götün oğlunu. Birinci derece yakınları hariç herkesi sikmeye
çalışır bu. Dua edin siz ucuz kurtulmuşsunuz.''
'' Saçma sapan konuşma oğlum. Zaten odada yaptığın
terbiyesizliğini de affetmiş değilim. Büyüklerin varken nasıl konuşacağını
bilmiyorsun. Lafı daha fazla uzatmayayım. Senin için de uygunsa yarın gel,
kaldığın yerden devam et.'
''İstemez olur muyum Akif Bey, rüyalarımda bile ek
mesai yapıyorum kaç gündür.''
''Hadi hayırlısı, yarın görüşürüz.''
Tanrım
hatırlarsın birkaç gece önce, biraz da alkolün etkisiyle, sarkastik markastik
bir şeyler geveledim sana karşı. Beni pek ciddiye alma olur mu? Ben bile
kendimi ciddiye almıyorum. İşten ayrılalı yaklaşık on gün oldu, kafamı
dinliyorum. Bu süre içinde düşünecek bol vaktim oldu. Fark ettim ki, yaşadığım
her şey benim tercihlerimden ibaretti ve bazı sonlar her zaman güzel
bitmiyordu. İlkokul çağlarında öğrenmiş olmam gereken bu bilgileri, otuz altı
yaşında anca öğreniyordum. İşte hayata bilmem kaç sıfır geri de başlamak tam
anlamıyla böyle bir şeydi.