26 Aralık 2021 Pazar

Gerçek Histeri






"bilincim olmasaydı milyonlarca sene yaşayacak hevesim olurdu ama, şimdi, bir dakika sonrasını deneyimleme fikri bile zihnimde büyük tahribatlara yol açıyor."


Gerçek kavramı insanlar tarafından hoş karşılanmaz ve genellikle tehdit olarak algılanır. Bu nedenle hem gerçek, hem de gerçeği söylediğini iddia eden kişi lanetlenerek sistem dışına itilir. Aynı zamanda toplumsal mitomani belirir. Bilinmeyene karşı toplumsal kalkan. Çünkü gerçek çoğu zaman sahici bir yıkımdan ibarettir.

Gerçek, insanların tabularına karşı bir saldırıdır. Kutsal atfettiği değerlere, inançlarına, yargılarına, doğrularına ve temelde şahsi bilincine yapılan bir varoluş operasyonudur. Bünyesine gerçek zerk edilen kişi, bir daha tininden asla ayrılmayacak bulantıyı derinden hissetmeye başlar. Gerçeğin ağırlığı fizikî ağırlıktan ötedir ve birey deneyimlemediği bu ağırlık ile nasıl başa çıkacağını bilemez hale gelmiştir. 
Tabuları yıkılan kişi, evsiz kalmış gibidir. Korku ve endişe bütün bedenine hakim olmuştur. Melankolik, depresif ruh hâli vuku bulmaya başlamış, değersizlik hissi ile toplumdan kendini soyutlama başlamıştır. Ağırlığın şiddeti acıyı perçinlemiş ve birey acıya nasıl tepki vereceğini bilemez hâle gelmiştir. 
Tıpkı sevinçlerine nasıl tepki vereceğini bilemez hâle geldiği gibi.

Toplumda; sorgulamaktan uzak, dayatılanı benimseyen, çarkın dişlisi bireyler
sorgulamaya başlayan, gerçeklerle yüzleşmeye başlayan bireyler 
ağırlığın şiddeti -bulantının şiddeti- arttıkça gerçeklerden kaçmaya meyili olan bireyler
olmak üzere üç ana grup vardır.
Sorgulamaktan uzak, kişisel alan ve yeterli objektifliğe sahip olmaksızın yaşamını sürdüren bir birey, bu süreçte hayattaki en mutlu dönemini sürdürüyor.
"L'ignorance était autrefois un bonheur éternel."
•Chuck Palahniuk
(Cehalet bir zamanlar sonsuz mutluluktu.)

Gerçekle tanışıklığı olan her bireyin tabuları sallantıdadır. Kişi merak ve keşif heyecanı içinde daha fazla sorgulama ve araştırma arzusuna kapılır. Süreç içerisinde karşılaştığı her gerçek (tabularını sarsan/yıkan olay) kişinin zihnini bulandırır. Anlam çabası ve keşfetme arzusu, bulantının yarattığı tahribatı azaltsa dahi, bulantı kişinin benliğine her geçen gün daha fazla yayılmaktadır. Kişi belli bir zaman sonra fark eder ki; tahrip olmuş bir tine ve yorulmuş bir vücuda sahiptir fakat yine de bilmek için yaşamak, yaşamak içinse bilmek zorundadır.
Bir zamanlar birinin dediği gibi; insanın kurtulamayacağı en şiddetli bağımlılık, meraktır.

Zamanla gerçek kavramı ve bulantı bireyi tüketmeye başlar. Varoluşun ve gerçeğin çıplaklığı karşısında boyun eğmek zorunda kalan insan, son aşama olan, tekrar hiçbir şey bilmediği zamana dönmenin hayalini kurmaya başlar. Temel olarak yaşamın asıl amaçlarından biri: insanın, başladığı yere geri dönmeye çalışmasıdır. Aslında her şey ileri gitmek için değil, aslında her şey geri gitmek için.

Hem gerçek kavramını gerçek kılan nedir ki?

28 Aralık 2020 Pazartesi

Pessoa ve Karaköy Yokuşları




 Saymakla bitmeyecek hatalarım ve Cevizlibağ metrobüs durağına yoğunlaşmış kalabalık var. Durumlar bu ara nevrotik. Anlamlandıramadığım şeylerin ağırlığı geceleri uyku kalitemi etkiliyor ve ne kadar gereksiz edebiyat varsa hepsinin öznesi ben oluveriyorum. Karaköy yokuşundan, İstiklal'e doğru çıkıyorum, ekonomik buhran ses tellerini etkilemiş vaziyette, esnafların sesi her geçen gün daha fazla gür çıkıyor ve cami tuvaletine zam gelmiş. Galata'nın önü yine anlamsız kalabalık. Galata, İstanbul'un bin beş yüz yıldır en şaşalı arka planı, önündeyse sayısız fotoğraf arsızı var. Antik mimarilerin son model telefonlarla imtihanı... 

 Terkos pasajının biraz ilerisinde; 

''insan zamanını durdurmak istediği yere aittir. "Masör Ezgi 05**" yazıyor." 

Buradan ne sonuç çıkarmamız gerekir? Hiç. Cümlenin değeri söyleyen kişinin amacına göre değişmez. Hem herkes kendi hayallerinden sorumlu değil miydi, Alper Canıgüz o kadar dili boşuna dökmedi. Zamanı durdurmayı hayal etmek Amelie'nin olduğu kadar Masör Ezgi'nin de hakkıdır ve Canıgüz muazzam bir yazardır. 

 Telefonu elime alıp, Ezgi'yi aramak için aşırı bir istek duymaya başladım. Ne zaman bir şeye aşırı istek duysam, iradesizliğin tanımını baştan yazarım. Telefonun 'dııt' sesi iki kez ahizeden çıkarak kulaklarımın içine akmıştı ki, 'Merhaba, ben Ezgiie' sesiyle irkildim. 

 

"Merhaba Ezgie, insan zamanını durdurmak istediği yere ait ise hiçbir yerde olmak istemeyen insanlar nereye aittir?"

"Nasıl?"

"İnsan diyorum, zamanını durdurmak istediği yere aitse, hiçbir yerde olmak istemeyenler nereye aittir."

"Hiçbir yere mi? Ne diyorsunuz hiçbir şey anlamadım valla."

"Terkos pasajının ilerisindeki duvara bunu sen yazmadın mı?"

"Heh! Hayır, ben hemen altına kendi numaramı yazdım."

"Reklam yapacak orayı mı buldun?"

"Daha uygun yer yoktu. Hem sana ne, zabıta mısın? Deliye bak çattık ya!''

"Öncelikle ben deli ve zabıta değilim ama her zabıta biraz deli olabilir. Ayrıca orası da hiç uygun bir yer değil.''

"Bundan sonra yazacağım duvarları senin onayınla belirlerim o zaman. Siktir git manyak, bela mısın nesin sabah sabah!"

Dııt dııt...

Ne deli, ne zabıta, ne de belaydım. En azından zabıta olmadığım kesin. Kısa bir telefon görüşmesi tarafından 3 kere sınıflandırılmaya maruz kaldım. Sevgili Tolstoy, insan ne ile yaşar pek bilmem ama zannedersem sınıflandırmadan yaşayamıyor. Hem ne bu kin! Sanki dünya üzerindeki bütün öfkelerin müsebbibi benim, bu mütecaviz milletin isyan edişi hep benim üzerimde biçimleniyor. Gerçi insan sinirlenmek için her zaman bir nedene ihtiyaç duymaz, delirmek için de olduğu gibi.

 Biraz soluklanma ihtiyacı hissediyordum, bu yokuşu çıkmak kolay değil, özel bir yoruculuğu var. Son zamanlarda, huzuru kalmadığı için huzur bozmayı kendine görev edinmiş yaşlı insanlar gibiyim. Bu durumu annem başka şeylere, arkadaşlarım bambaşka şeylere yoruyor, benim kime yorduğumu yalnızca sen biliyorsun. Ya da sırf yoramadığım için en ufak şeylerde bile yorulmaya başladım, tanrı bilir. Birileri, bir yerlerde, bir şeyler biliyor ve olup bitenleri bütün insanlık benden saklamaya ant içmiş durumda sanki. Nereden geldik bu konuya inanır mısın, bilmiyorum. Soluklandıkça örselenen anılara sahibim ve galiba huzursuzluğa yeni boyut kazandırıyor varlığım. Zaten bir ben farkındayım, bir de Pessoa. Çünkü Huzursuzluğun Kitabı'nı beni tanımasa yazamazdı.

 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

TANRI'NIN ISKARTAYA ÇIKARTILMIŞ ÇOCUKLARI

Bütün sinirimi sol tarafta bırakarak, olanca sükunetimle sağ tarafıma dönüyor ve yatağımın başucunda çalan alarma dönüyorum. Sanki aramızda bir alacak-verecek meselesi varmış gibi her geçen saniye çalışı daha bir hiddetleniyor. Sabahın siniri, boğucu alarm sesiyle birleşince kendimde daha fazla dayanma gücünü bulamıyor ve canhıraş bir vaziyette ısrarla çalmaya devam eden alarmı, 'şlaap' diye basıvermek suretiyle kapatıyorum. İnsan ya da bir nesne, hiç fark etmez! Kim görevini eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor olsa, içimde anlamsız bir öfke beliriyor. Hazır sinirlenmişken, bu sinirle beraber telefonu kırmayı da içimden geçirmiyor değildim. Neyse ki zihnim olaya zamanında müdahale ederek bana telefonun daha ödenmemiş yedi taksiti olduğunu hatırlatıyor ve sadece bu sebep bile düşüncemden vazgeçmem için yeterli oluyordu. ''Ulan her sabah yaşlı dayılar, travmalı analar gibi sızlanarak uyanmaya utanmıyor musun? Konuşmasına başlarken 'şimdiki gençlik bitmiş' diye girizgâh yapan yaşlıların çoğu, bu sözlerin ilhamını sana bakarak alıyorlar. Daha gözlerini açalı on dakika bile olmadı, değer mi bu kadar kepazeliğe, yazık be abijim.'' sözleriyle kendimi, kendime çıkışırken buluyordum. Bu çıkışmanın da etkisiyle, bir an evvel sabah aktivitelerimi tamamlamaya karar verip kendimi Acıbadem'in henüz güneş görmemiş sokaklarına attım. Yalnızca birkaç dakika sonra güneş doğacak, ben de bu gün doğumuna şu an cam kenarında oturuyor olduğum Pespaye isimli pastanede, simit ve çay ikilisiyle kahvaltı yaparken şahit olacağım. Milletvekilleri, 'asgari ücret/simit+çay' hesaplamasıyla başlattıkları; ' haydi hep beraber reflü olalım' kampanyasını, bu pastanedeki fiyatlara göre de hesaplamalı.

  Bastığım yerleri inceleye inceleye, aynı karenin üstüne iki kez basmamaya çalışarak yürüyorum. Bu sırada belediyenin önceden açık renkli seçtiği asfalt tonlarında artık tamamen koyuya döndüğü gözüme çarpıyor. Anlaşılan o ki, kulaklığından son ses yükselmekte olan melodiye bir yandan eşlik etmeye çalışıp diğer yandan vakur bir ifadeyle yürümeye çalışan ve tüm bunlar aynı anda yaşanırken kafasını asla yukarı kaldırmayan insanları hiç kimse umursamıyordu. Ayrıca bu seçim tarzı benim gibi asfalt seviciler tarafından pek olumlu karşılanmayacaktır. Yine de yaşanılan bu seçim felaketine rağmen, belediye bu bölgede haftada en az bir kere asfalt çalışması yapıyor. Hatta kısa zaman önce kazılan yerleri bile tekrar kazdıklarına şahit oluyorum. Belediye çalışanlarının bu durumdan dolayı kafası bayağı karışmış gözüküyor. Bu koyu tonlarda ısrar ederlerse daha çok karışacaktır. Asfaltın insanlık olarak önemini tam anlamıyla kavrayamadık. Asfalt, insanlığa bahşedilmiş en büyük dayanak noktası, sığınaktır. İnsan, bilinmeyenin cevabını gökyüzünde değil ağırlaştırılmış çimentolarda aramalıdır.

 Temiz havadan yüz bularak yapmış olduğum bu birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından -yeteri kadar yürümüş olacağım ki- iş yerimin bulunduğu sokağa giriyorum. Şirketin bulunduğu bina konum olarak sokağın tam ortasında kalıyordu. Sokakta çoğunluğu elinde bulunduran gri renkli binalara karşı yaklaşık kırk seneyi doldurmuş, buna rağmen dış cephesi hala gururlu, portakal renkli bir binaydı. Binanın içinde bizim ofise ait iki kat bulunuyordu. Birinci kat; yazar ve karikatüristlerin bulunduğu, ikinci kat ise müdürlerin bulunduğu bölümdü. Kendimi apartmanın şahaneliği konusunda ikna etmeye çalışarak, yavaşça merdivenlerden çıkıyordum. Ofisin bulunduğu kapıdan içeri girdiğimde, iş arkadaşlarım beni bir sürprizle karşılıyorlardı. ''İYİ Kİ DOOĞĞDUUNN MUHAMMETTT.'' Hangi tarihte bulunduğumuzu hatırlamaya çalışıyordum, gün olarak perşembeydi ama tarihler konusunda pek matah sayılmazdım. Ben bulunduğum ortamı anlama telaşı içine girmişken, sesler kesilmek bir yana şiddetlenerek devam ediyordu;  ''İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN, İYİ Kİ DOĞDUN MUHAMMET!!!!'' Eğer arkadaşlarım biraz dindar olsaydı, kutlu doğum haftasını bile seçenek olarak ihtimaller arasına yazabilirdim. Artık hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bütün ilginin benim üzerimde yoğunlaştığını fark ediyordum. Kendimi bir doğum günü kutlamaya hazır hissetmeme rağmen başka hiçbir seçeneğim kalmamıştı.

  Eğer yıpranma payını da hesaba katacak olursam, yaklaşık olarak dört yüz otuz altı yaşındaydım. Ne yazık ki karşımda bulunan ve bana türlü şaklabanlıklar eşliğinde sunulan pastada o kadar mum bulunmuyordu. Hamdi içimden geçirdiklerimi duymuş olacaktı ki, mumu üflemem için pastayı uzattığı sırada; ''Hayat koca bir aldatmaca, dünyada geçen bir günün bile insanı ne kadar yaşlandırdığını kimse tahmin edemez. Bazı geceler birkaç yüzyıl kadar sürebiliyor.'' diyordu. Belki haklı olma ihtimali vardı ancak pastayı elinde tuttuğundan beri bu haklılığı ortadan kalkmıştı. Müteşekkir olduğumu belirten bir yüz ifadesi takındım, tam pastayı üfleyecekken, Nazan;

 ''Dilek dileme fikrini ortaya atan adam çağının dâhisi idi'' diyordu.  Hemen ardından Aybaba; ''Hayallerin gerçekleşme ihtimaliyle büyüleyiciliği ters orantılıdır.'' diyordu. Mareşal de; ''Benim söyleyecek bir aforizmam yok, pastanın kesilmesini bekliyorum.'' diyordu. Ben de ''Abi siz ne diyorsunuz, allaşkına.'' diyordum...

  Biz bu şirkette yıllardır çalışan, coğrafi şartların da etkisiyle çok yakın olmuş, en iyi beş arkadaşız. Lakabımız; mahşerin beş atlısı. Hayır, yanlış algılamadınız, beş atlısıyız.  Geçen sene bir kontenjan daha açıldı, biz de bu fırsattan istifade Aybaba'yı takıma katmayı uygun gördük. Her ne kadar mahşerin beş atlısı olsak bile şu sıralar dünyayı ele geçirmekten daha önemli işlerimiz var. Her gün sekiz saat boyunca, okuyunca karın ağrılarına sebebiyet veren, bazen çaydanlık altı, bazen cam silmek için kullanılan ama her ne olursa olsun, asla amacına uygun kullanılmayan bir dergi piyasaya sürüyoruz. Bu akşam işten sonra Moda yakınlarında canlı müzikten uzak herhangi bir kafede, birkaç içki eşliğinde doğduğum günü kutlamak üzere sözleşip işlerimize kaldığımız yerden devam ediyorduk.

 

                                                                 * * *

 Rıhtım ve Moda'yı birleştiren dörtyol ağzında akşamüstüne doğru buluşmuş, mekân tercihi konusunda ise bütün ruh hallerini aynı anda barındıran, ferah olduğu kadar kasvetli, mutluluğu da acıyı da ruhunuza derinlemesine işletmeyi başarabilecek mekânlardan biri olan; Zeplin'i, bugün için kendimize uygun görmüştük. Endişelenmeyin, mekânın reklam işini almadık, sadece şahsi bir imtiyaz söz konusu. Ayrıca iş ve eğlenceyi karıştıran tiplerden de değiliz. Sadece uzun zaman sonra el yapımı alkollerden, bandrollü herhangi bir tekel alkolü tüketecek olmanın heyecanı içindeyiz. Bu nitelikleri taşıyan bütün mekânlar, bizim gözümüze fazlasıyla büyülü geliyor, özellikle bu zamanlarda. İçki olarak, altın serisi ile girdiği rekabeti sadece bir oy farkla kazanan yaş üzüm rakısı bu gece kanımızda raks etmeye hak kazanmıştı. Aybaba, rakı masaya gelir gelmez büyük bir iştahla, hepimize servis etmek üzere ayağa kalktı.

''Bi' saniye, bir saniye! dedi Nazan. '' Kadehleri tokuşturmadan önce bir soru sorum olacak; Söylesene, bu kadar sene sana ne öğretti ya?''

''Aklıma bir şey gelmiyor. Daha öğrenmedim galiba.''

''Vallahi ben bilmem, söyleyene kadar kimse tek bir yudum bile almayacak!''

''İnsanın bir tür virüs olduğunu öğrendim Nazan. Covid-19 gibi!

Aybaba girdi araya;

''Ben bunu 17 yaşında keşfetmiştim. Ama o zamanlar tedavülde kuş gribi vardı.''

  Sevgili Bob araya girerek, gerçekleştirmiş olduğumuz bu gereksiz diyalogdan bizi kurtarıyordu.  Mekân kolonları hep bir ağızdan Bob'un en güzel parçalarından biri olan; 'Is This Love' şarkısını haykırıyordu. Şarkı, bu tarz rafine zevklere sahip oldukları için bütün mekân çalışanlarını statü sırasına göre öpme hissi uyandırıyordu insanın içinde.

''Madem Bob Marley, istek parça söyleyebiliyor muyuz? dedi Hamdi. ''Bütün kadınların canı cehenneme. NO WOMAN NO CRY!''

''Ya Hamdi! Orada o kısım; 'ağlama kadın, ağlama' anlamında. Bence senin beynine fazla maskülenlikten, yeterli düzeyde kan pompalanmıyor ayrıca kadın ruhundan da hiç anlamıyorsun.'' diyerek karşı çıkış yapıyordu Nazan. Altta kalmayı asla bir sonuç olarak görmeyen Hamdi, buna binaen: ''Kadın ruhu mu? Güldürme beni Nazan, asıl sen hiçbir boktan anlamıyorsun. Biraz okusaydın bilirdin, kadın ruhu Marilyn Monroe ile birlikte yok oldu.'' cevabını veriyordu. Hamdi'nin yapmış olduğu tespitte haklı olup/olmadığını bilmiyor ama gösterdiği gerekçeye saygı duyuyordum. Marilyn'in ölümü gayet geçerli bir sebep olabilirdi. Hem hayatını Frida Kahlo'dan daha sonra kaybettiği için yerine veliaht tartışmaları da olmayacaktı. Artık günümüz de bu tür ihtişamlı ruhlar yaratmak için uygun dramaya elverişli değil. Üstelik Hamdi'yle Nazan'ın yıllardır süregelen bu tür tartışmaları beni oldukça eğlendiriyordu.

 Hamdi'nin üniversite başından sonuna kadar birlikteliğini sürdürdüğü kız arkadaşı, memleketlerine dönmek için ayrıldıkları yaz başkasıyla evlenmiş. Hamdi bu olayın haberini aldığı günden beri karşı cinsiyle arasına kolay kolay kimsenin aşamayacağı bir duvar örmüştü.  Nazan ise erkek egemen toplumdan ve bu toplumun, bir kadın olarak üzerinde oluşturduğu baskıdan illallah etmiş, kendi cinsinden hoşlandığı nedeniyle daha çocukken ailesi tarafından reddedilmiş biriydi. Bu hayat şartlarında, üniversiteden beri kendi ayaklarının üzerinde durması Nazan'ı erken olgunlaştırmıştı. Bu ikili -ufak tefek atışmalarını saymazsak- fikirlerinden ötürü birbirlerini hiçbir zaman rencide etmemişlerdi. Size saygının hala var olduğu zamanlardan bahsediyorum. Hem kalp kırmaktan daha önemli işlerimiz vardı, önce yüzlerce yeni yaratıcı reklam fikirleri bulacaktık, eğer bunlardan geriye vaktimiz kalırsa o zaman dünyayı bile kurtarabilirdik. Masadakilerin bahsi geçen her konuyla alakalı en az söyleyecek bir sözü vardı. Ben bu tür durumlarda konuşmaktan pek hazzetmiyordum. Dünya üzerinde milyonlarca yıldır, söylenme ihtimali bulunan her şey yeterince söylenmiştir. Ben bu çağda, daha çok susmanın büyüsüne inanıyorum. Sessiz geçen birkaç saniye Mareşal'in bardağını masaya vurmasıyla sendeliyordu.

''Dünya'nın terazisi çok uzun zaman önce kırıldı!''

''Tam olarak ne zaman kırıldı?'' diye sordu, Aybaba alayvari bir üslupla.

''İlk insanın kalbi kırıldığında… Dünyanın terazisi de tam o sırada kırılmıştır Aybaba. Ve insan ceza olarak gönderildiği dünyada mutlu olmayı düşleyecek kadar da aptaldır.''

 Nazan masaya sesleniyor, elleriyle rakı şişesini bir sağa bir sola sallıyordu.

'Şu an daha önemli konularımız var' dedi. ''Rakımız bitti.''

''Bayağı da geç oldu. Artık kalkmamız gerek. İşe uyanamayacağız yoksa.'' diyordu Mareşal.

   Saat gece iki sularında yüzüyordu, günün yorgunluğu alkolün de etkisiyle daha fazla artmıştı. Geldiğimiz yöne doğru, bu sefer eve gitmek amacıyla tekrar yürümeye başladık. Evlere dağılmayı düşünüyorduk ama yolda yürürken bir bira içmenin harikalığından başlayan muhabbet sonucunda; hem açık hem de bu saatte bira verecek tekel telaşına düştük. Neyse ki Aybaba bulunduğumuz bölgede yeterli hâkimiyeti çoktan kurmuştu ve gideceğimiz yeri kısa süre içinde Aybaba'nın ''200-300 metre ilerde Armağan ağabeyin tekeli var, çözeriz oradan, sıkıntı yapmayın'' sözleriyle kararlaştırıyorduk. Gece tarifesiyle adet başına iki lira fazla vererek, beş tane bira aldık. Nasıl bulduğumuzdan, neden iki lira fazla ödediğimize dair yapılan tartışmalarla, kendimizi birkaç dakika içinde dört yol ağzında bulmuştuk. Ayrılmak üzereyken herkese ufak bir teşekkürü borç bildim. Lafı olmayacağını bana ve doğumumda emeği geçen herkese çok teşekkür ederek belirttiler. Kalan yola tek devam ediyordum ve fazlasıyla sarhoştum. Bunlar yeterli gelmezmiş gibi her an altıma işeyebilecek kıvama gelmiştim. Sokağa girer girmez koşar adım kendimi apartmana attım, küçük Emrah'la yarışacak bu talihsizlik serüvenine, asansörün de bozulması ekleniyordu. Müteahhitinden yöneticisine, bu hadisede emeği geçen herkese okkalı bir küfür ederek son gücümü altı kat birden çıkmaya harcadım. Sevgili tanrım; sarkastik yapını biraz dizginleyemez misin? Sen elbette her şeye kadir, her şeyi bilensin ama espri anlayışın bu yüzyıl için biraz yavan kalmıyor mu sence? Daha önce başı hiç okşanmamış çocuğun öfkesi var üzerinde, biraz daha sükûnet lütfen, biraz daha...

 

                                                                     * * *

 Ertesi gün alarmın kulak tırmalayan sesiyle beraber kalkıyordum, dün gece geç saatlere kadar dışarıda olmanın üzerimde bıraktığı yorgunluk, alarmı birkaç kere ertelememe yetmişti. Sığınacak pek bir bahanemin kalmamasıyla birlikte yaklaşık on beş dakika içinde ofiste olmam gerekiyordu. Tahmini varış süresi hesaplandığında, zamanında yetişmenin imkânsız olduğu gün gibi ortadaydı. Anlaşılan bünyem bu tempoları kaldıramayacak kadar yaşlanmıştı, yeni yaşın olumsuz yanlarından biri diye düşündüm. Her geçen saniyenin üzerimde yarattığı baskı, beni acele bir şekilde yatağımdan kalkmaya zorluyordu. Ne dişlerimi fırçalayabilecek ne de yüzüme bir su vuracak zamanım kalmıştı. En iyi ihtimalle yirmi-yirmi beş dakika geç kalacaktım. Koşar adım iş yerine doğru gidiyordum. Bir poğaça alacak bile vaktim yoktu bu yüzden pastanenin yanından hızla geçiyor ve birkaç gün önce; üstünde -utanıp sıkılmadan- onlarca kez felsefe yaptığım asfaltla bir kez olsun göz göze gelemiyordum. Büyük zahmetler sonunda geldiğim iş yerinin kapısında birkaç saniye soluklanmaya başladım. Ofis kapısından içeri adım atar atmaz yeni bir sürprizle karşılaşıyordum. Ofisin pazarlama bölümünün başında bulunan genel müdür; Götün oğlu Ertan ofise gelmiş ve ofiste bulunan herkes gibi geç kaldığımı görmüştü. Muhammet şimdi ayıklasındı pirincin taşını.

''Oo Muhammet günaydın, kendini bu kadar çok yormasaydın, ne gerek var canım erkenden gelmeye.'' diyor, Mareşal, attığı kahkahayı belli etmemek için bütün hızıyla soluğu müdürün arka tarafında alıyordu. Suçum olmadığını, götü yiyorsa ulaştırma bakanına derdini anlatmasını belirten bir surat ifadesi takınarak; ''Kusura bakmayın Müdür bey. Duraklarda çok sıra oluyor, özellikle bu saatte. Daha dikkatli olurum!'' diye mırıldandım.

''Artık çok sıra olmayan saatlerde çıkmaya gayret edersin. Hem çok fazla kafaya takma, buraya teşrif etmen bile bizim için yeterli gurur kaynağı.'' diyerek Akif Bey'in odasına yöneldi. Talihsizliğimi sikeyimdi. Buraya yüzlerce kez erken gelmişimdir, bir kez olsun kimse ''Oo Muhammet erkencisin, takdir ediyorum senin çalışmaz azmini.'' demedi. Yirmi-yirmi beş dakika geç kalarak çoktan ağzına meze olmuştum. Ertan bulunduğumuz bölgeyi terk edince soluğu Mareşal'in masasında aldım.

 ''Bu götün oğlunun ne işi var burada?''

 ''Adam genel müdür oğlum.''

 ''Banane abi, genelse genel, pek uğramazdı buraya.''

 ''Şirket küçülmeye gidiyormuş ondan gelmiş diyorlar.''

 ''Neyi küçültecekler abi yaratıcılığı mı? Zaten 8 kişi çalışıyoruz.''

 ''Bilmiyorum valla, şirket zarar mı ediyormuş ne, o tarz bir şeyler geveledi.''

 ''Aman, siktir et. Poğaça neyli?

 ''Peynirli.''

  Hem işe koşar adım gelmiş hem de sabah sabah gereksiz bir gerginliğin odak noktası olmuştum. İki olayın birden üzerimde yarattığı baskı, tansiyonumu da yerle bir etmişti.  Gözlerim kararmaya başlıyor, sanki nefesim kesiliyordu, poğaçayı kaptığım gibi bir ısırıkta yuttum. Büyük ihtimalle söylenenler doğruydu, bu yavşağın bir kere olsun hayırlı bir olaya vesile olmak için geldiği görülmemiştir. Gözlemlediğim kadarıyla ofistekilerin yüzünde gözle görülür biçimde endişe ve korku hâkimdi. Arkadaşlarımın bu yüz ifadesi daha önce '2017 anayasa değişikliği referandumu' sonuçlarının üzerimizde bıraktığı etkiyi anımsatmıştı. Her şey yolunda giderken bir anda tepetaklak olabiliyordu. Zaten ilahi adaletin nasıl tecelli ettiğine kafam bir türlü basmamıştır. Her şeye rağmen ben buradan çıkacak her karara kendimi hazırlıyordum. Sonların her zaman istendiği gibi bitmediğini 'Lost' izlerken tecrübe etmiştim. Hem işten çıkartılma söz konuysa -bugünden bağımsız- Ertan'ın listesinde bir numarayı alıyordum. Götün oğlu Ertan'la aramdaki husumet yıllar öncesinde dayanıyordu...

  Ertan ile üniversite çağlarında aynı dönem, aynı fakültede okuyan iki zıt karakterdik. Ertan ön sıraların uzmanı, ben arka sıraların müptelasıydım. Bu yavşak ders ve ders dışı hocalara binbir çeşit yalakalık yapar, sınıftaki kızlara ise ders çalışma bahanesiyle sırnaşırdı. İflah olmaz bir yalaka ve azılı bir abazaydı. Sırf bu iki özelliğinden dolayı ilerde büyük makamlara geleceğinden emindim. Aklımdan dahi geçmeyen şeyse bir gün yolumuzun kesişme fikriydi. Ben birinci öğretim olmanın zorluklarını iliğime kadar hissediyor ve dönem içinde okula kalkmayı zar-zor başarıyordum. Gidemediğim zamanlarda, şansım da yaver giderse, yerime imza attırıyordum. Sınıfta bulunduğum nadir sayılabilecek günlerden birinde, -bazı kaynaklara göre ilk görüş olarak da adlandırılabilir- Cansu'ya vurulmuştum. Öyle alelade bir vurulmak da sayılmazdı, Arif'in Manchester'a attığı golün hissettirdiklerine yakın duygulardı. Hocanın ders anlattığı vakitlerde, Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu'nun başrollerini paylaştığı 'Ah Nerede' filminin otobüsteki öpücük sahnesini hayal ediyor, bu güzide sanatçıların yerine pek de haddim olmayarak Cansu'yla kendimi koyuyordum. Yeşermekte olan bu aşkın nostalji ihtiyacını her Türk vatandaşı gibi Yeşilçam klasikleriyle tamamlıyordum. Gel zaman git zaman, bu aşkı yeterince içimde yaşamanın yeterli olduğunu düşünmüş olacağım ki, bir şekilde duygularımı açmış Cansu'nun da gönlünü kazanmayı başarmıştım. Bu götün oğlu Ertan'da benim çiçeği burnunda sevdiceğimin en yakın arkadaşlarından biriydi. Sonradan fark ettiğim üzere sınıftaki bütün kızlar gibi benim sevdiceğim de bu abazadan nasibini almıştı. Gece yarısı mesaj atmalar, ders, ödev, not bahaneleriyle sırnaşmalar ve birkaç numara daha. Kızı elinden kapmış gibi olduk bu yavşağın anlayacağınız, o zamanlardan kinli bana. Üniversiteyi altı senede ancak bitirebilmiş, şansım da yaver gidince diplomayı alır almaz kendime bu ofiste çalışma fırsatı yakalamıştım. Birkaç ay sonra ofisin tatlı ve bir o kadar babacan olan Şevket Ağabey'i emekli olmuş, yerine yeni genel müdür olarak da bu götün oğlu işe başlamıştı. Tanışma toplantısında bütün ofis çoktan ayar olmuştu Ertan'a. Hareketleri, tavırları, afrası tafrası... Gelmişini geçmişini sikip atardım ama ilk tersliği ben çıkarmak istemiyordum. Kan yavaş yavaş beynime sıçrıyor, kaderimin bu piçin ellerinde olması beni kahrediyordu. Hızımı alamayarak kendimi Ertan'ın da odada bulunduğu genel reklam hizmetleri odasına attım.

''İşinizi kolaylaştırmaya geldim Akif Bey, evrak işleri, tazminat falan hiç uğraşmayalım. Kariyerimi -Ertan'ı göstererek- bu göt oğlunun iki lafına göre şekillendirmeyeceğim. Hem bu ne anlar reklamdan yazarlıktan, varsa yoksa kimi nasıl sikebilirim derdinde. Size de teessüf ederim Akif Bey, böyle birinin lafına göre şekil almak size hiç yakışmıyor!''

 Buz kesti odayı. Sesim bütün koridorda yankılanmış olmalıydı ki, bütün herkes kapıya çoktan toplanmıştı. Umursamayarak tüm hızımla konuşmaya devam ettim;

''İşten çıkarmalar ile ilgili toplandığınızı biliyorum. Bu şerefsizin de ilk benim ismimi verdiğinden eminim. Alsın götüne soksun masayı da sandalyeyi de anca tatmin olur.''

''Evladım sen geri zekâlı mısın? Ne işten çıkartılması, aylık rapor incelemesi için burada Ertan. Bu ne terbiyesizlik!''

''Nasıl müdürüm? Kovulma falan yok mu?

Mareşal'in fısıltısını hissettim kulaklarımda, ''Şakaydı oğlum, taşak geçiyordum lan. Niye bu kadar çok gaza geliyorsun?!'' diyordu.

'' Şu ana kadar yoktu. Ama bu saygısızlığı kabullenemem. Şimdi eşyalarını topla ve çık git buradan. Saygısız herif!'' dedi Akif bey.

 Öylesine yerin dibine girmiştim ki, bıraksalar magmaya kadar sürerdi bu yolculuk. Kuru bir özürle çıktım odadan. Büyük şok içerisindeydim, bu ana tanıklık edenler de aynı durumdaydı. Aybaba'ya döndüm;

''Yapacağın şakanın amına koyayım Aybaba. Bu götün oğlunun hassas noktam olduğunu bilmiyor musun?'' diyordum. Özür ve pişmanlık minvalinde birkaç cümle geveledi, yüzünden okunuyordu üzüntüsü. Beşten dörde düşüyor olmanın hayal kırıklığı vardı ortamda. Her şeye rağmen gönlüm Aybaba'nın vicdan azabı çekmesine el vermiyordu.

 ''Yani aslında pek de dert edilecek bir şey değil Aybaba, ben biraz fevri çıkışımın kurbanı oldum. Herkesi de yüzü asık görünce gerçek sandım şakayı. Birkaç iş teklifi almıştım zaten üzülecek bir durum yok, iş dışı bol bol vakit geçiririz yine.''

  Ahmet Haşim’e nispet yaparcasına, eşyalarım elimde ağır ağır indim merdivenleri. Apartman kapısından çıktığımda rüzgârın tenime çarpması rahatlatmıştı beni. Yılların yükü kalkmıştı üstümden, en azından Ertan'ı bir daha görmeyecek olmanın huzuru yeterdi. Hem sadece Lost'un değil Game of Thrones'ın sonu da istendiği gibi bitmemişti. Benim ki nasıl bitsindi?

 Aradan dokuz gün geçti, salonda uyukluyorken akşamüstüne doğru telefonum çaldı. Gözlerimi ovuşturarak, göz ucuyla kimin aradığına baktım. Akif Bey'in aradığını görür görmez telefona sarıldım;

''Alo Muhammet. Yeni bir iş buldun mu kendine?

''Yok, efendim. Evdeyim tüm gün. Bir problem mi var?

''Haklıymışsın ulan, şerefsizi bugün kovdum. Sekreter Nurdagül bu sabah salya sümük geldi odaya. Kızı bir aydır düzenli aralıklarla taciz ediyormuş. Çıplak fotoğraflarını istiyor, dediklerimi yapmazsan seni işten kovdururum, iş hayatını bitiririm diye tehdit ediyormuş. ''

''Ben dedim size Akif Bey, üniversiteden beri tanıyorum ben bu götün oğlunu. Birinci derece yakınları hariç herkesi sikmeye çalışır bu. Dua edin siz ucuz kurtulmuşsunuz.''

'' Saçma sapan konuşma oğlum. Zaten odada yaptığın terbiyesizliğini de affetmiş değilim. Büyüklerin varken nasıl konuşacağını bilmiyorsun. Lafı daha fazla uzatmayayım. Senin için de uygunsa yarın gel, kaldığın yerden devam et.'

''İstemez olur muyum Akif Bey, rüyalarımda bile ek mesai yapıyorum kaç gündür.''

''Hadi hayırlısı, yarın görüşürüz.''

  Tanrım hatırlarsın birkaç gece önce, biraz da alkolün etkisiyle, sarkastik markastik bir şeyler geveledim sana karşı. Beni pek ciddiye alma olur mu? Ben bile kendimi ciddiye almıyorum. İşten ayrılalı yaklaşık on gün oldu, kafamı dinliyorum. Bu süre içinde düşünecek bol vaktim oldu. Fark ettim ki, yaşadığım her şey benim tercihlerimden ibaretti ve bazı sonlar her zaman güzel bitmiyordu. İlkokul çağlarında öğrenmiş olmam gereken bu bilgileri, otuz altı yaşında anca öğreniyordum. İşte hayata bilmem kaç sıfır geri de başlamak tam anlamıyla böyle bir şeydi.

1 Mayıs 2020 Cuma

SESİMİ DUYAN VAR MI?


 Genel geçer kavramların 'klişe' adı altında itibarsızlaştırıldığı dünyanın, göz ardı edilmiş bir taşrasında yaşıyorum. Burada hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Rüzgarların içinden poyraza, hayvanlardan kırmızı gagalı tukan kuşuna, içinde sadece senin geçtiğin rüyalara ve birde yan komşum Süreyya Efendi'ye saygım var.
Maalesef ki; poyraz burada esmiyor, kırmızı gagalı tukan kuşu Güney Amerika'da yaşıyor, içinde senin geçtiğin rüyalar bana uğramıyor, Süreyya Efendi ise konuşmuyor. Küçük taşralarda, sizin de bileceğiniz üzere, insanlar isimleriyle değil lakaplarıyla anılırlar, genel geçer bir klişe!
 Süreyya Efendi'ye burada 'Ahraz' diyorlar. Ahraz sağır ve dilsiz demek. Süreyya Efendi; selvi boylu, sıska vücutlu, sadece işçi sınıfına ait kambur, beyaz ve seyrek saçlı 60 kuşağında doğmuş, Avrupaya işçi ithal ettiğimiz zamanlar da Almanya'ya çalışmaya gitmiş, 98 yılın Kasım ayı gurbet hasreti canına tak ettiğinden dolayı -olaylar tam olarak böyle yaşanmasa da- orada aşık olduğu Hannah isimli kadınla beraber vatan topraklarına geri dönmüştü. Çalışırken yaptığı birikimle, bizim taşradan bir gecekondu ve kahvehane satın almış, Hannah isimli yengemizle beraber Türk örf ve adetlerine yakışır bir şekilde düğün yapmaya karar vermişlerdi. İmam nikâhı kıyılmış olmasına rağmen, resmi nikâh ve düğün için yaz aylarını bekleyeceklerdi. Buranın adetlerindendir; bütün düğünler yaz aylarında yapılır. Bizim taşranın kadınları kısa süre içinde Hannah yengeyi benimsemişler ve bununla da kalmayıp, sadece bizim yöreye özgü türkçeyi, az biraz Hannah yengemizin bünyesine zerk etmişlerdi. Burasının aramak kelimesine alo yapmak, dayak kelimesine mariz, para kelimesine kene demek gibi birçok adeti var. Ve bütün bunların Alman aksanıyla harmanlandığını düşünün... 
* * * 
 Süreyya Efendi'nin avrupa durağı Almanya olmuştu. Orada bir oto-fabrikasında işe giriyor, fabrikanın sunduğu bedava konaklama ve yemek hizmetinden faydalanıyor, bir gün tekrar vatanına dönmek için para biriktiriyordu. Bütün bunların üstüne günde sadece 8 saat çalışıyordu. Bu olay ortalama bir türk insanının eğer şansı yanındaysa rüyasında görebileceği bir durumdu. Bu sıralarda, yani yolunda giden hayat yolculuğunun tam ortasında bir klişe ihtiyacı gün yüzüne çıkıyor ve fabrika müdürünün kızı, yengemiz olacak Hannah isimli hanımefendi ile tanışıyordu. Hannah hanım, patron kızı vasfıyla fabrikanın muhasebe bölümünde çalışan uzun boylu, uzun bacaklı, eşek gözlü, babasının aksine güler yüzlü bir kadındı. Bütün bunların bir kadını sevmeye yetecek unsurlar olduğuna kanaat getiren Süreyya Efendi, bu genç kadına aşık oluverdi. Aynı iş yerinde çalışsalar bile farklı departmanlarda görev alıyorlardı. Süreyya Efendinin çalıştığı departman, giriş kapısının bulunduğu tarafta konumlanırken, Hannah hanımın çalıştığı departman ise çıkış kapısının bulunduğu tarafta konumlanıyordu. Bu talihsizlik bile hayatlarına bir klişe daha eklemek isteyen çiftimize engel olamıyor ve günde iki kere verilen yemek molalarında, Hannah'ın sigara içmeye çıktığı zamanlarda bakışma fırsatı yakalıyorlardı. Gel zaman git zaman, birbirlerine aşık olmaya yetecek kadar bakıştıklarına karar vermiş olacaklar ki, bir klişeyi daha ortaya çıkarmak adına Hannah yengemiz konuyu babasına alelade bir şekilde açıyor... Ve yeşilçam klasiklerini aratmayan olaylar sonucunda; Süreyya Efendi, Patron ve adamları tarafından mebzul miktarda dayakla beraber işten kovularak ödüllendiriliyordu. Biriktirdiği paranın bir kısmıyla ahırdan bozma, yıkık-dökük bir ev kiralayan kahramanımız, Hannah ile gizli saklı görüşmelere devam ediyordu. Süreyya Efendi'nin biriktirdiği paraların hızla erimeye başlaması ve gizli saklı yapılan buluşmaların artık yetmemesi aynı zaman dilimine denk geldiğinden dolayı çiftimiz daha fazla dayanamıyor ve Baba olacak patron bozuntusundan gizli Türkiye'ye kaçarak, bu taşraya taşınıyorlardı.
***
Çocukken arada babamın yanında kahveye gider, Süreyya Efendi'nin oraletlerinden nasibimi alırdım. Bütün kahve halkını akıcı türkçesi, kulağa hoş gelen sesi ve ilginç Avrupa anılarıyla büyülerdi. Ya da bana öyle gelirdi bilmiyorum, çünkü çocukken insana her şey büyülü geliyor. Yine bir gün Süreyya Efendi kahve cemiyetini, Hannah Yenge ise taşra kadınları cemiyetini bir araya toplayarak '16 Ağustos' günü düğün yapacaklarının müjdesini herkese veriyorlardı. Yaşları 7 ile 70 arası değişen yerli hippiler eğlence, alkol ve dans üçlüsü ufukta göründüğü için inanılmaz keyiflenmişlerdi. Düğün; mutluluklarını birkaç ana indirgemekten başka çaresi kalmayan insanlar için elbette olmazsa olmaz bir olaydı. Bütün taşra bu müjdeli haberle birlikte düğün çalışmalarına büyük bir özveriyle katılıyorlardı... Köylü kadınlar, mükemmel türkçelerinin zekatı olarak Hannah yengemize hızlandırılmış dil eğitimi veriyor, örf ve adetlerimizin yanı sıra örgü örmeyi ve bazı el işlerinin de eğitimini veriyorlardı. Zaten halk eğitim merkezi fikrini ortaya çıkaran kişi de bu taşradan çıktı. Terzilikten emekli Kör Ayfer gelinlik ve damatlıkları dikeceğinin haberini veriyor, bunu duyan Ayfer Teyze'nin eski yamuklusu Tokatçı Cemal, yurt dışından getirttiği kaçak alkolleri Süreyya Efendi'ye teslim ediyordu. Bu tarihlerde yaşanan düğünlerin günlerce, hatta haftalarca sürebilme özelliği vardı. Bizim taşrada da durumlar elbette farklı değildi. Burada yapılan düğünler sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor, damadın geçirdiği belirli bir şiddet serüveninin ardından düğün sonlanıyor ve herkes kendi hayatlarına devam etmek üzere geri dönüyordu...
 Ben o zamanlar 8 yaşındaydım ve Cedric daha doğmamıştı. Benim Chen'im, Kör Ayfer'in ortanca kızı Züleyha'ydı. Arada kaçamak bakışmalar ve fazladan 12 yaş vardı. Ben bu yaş farkını çok dert etmiyordum, aşkın yaşı olmaz sonuçta. Hem kadınlar kendilerinden küçük erkeklerden hoşlanıyormuş, Davar Süleyman öyle söylüyor, önünde sonunda bana bakacaktı anlayacağınız.
***
Günler peşi sıra birbirlerini takip ediyor, düğün günü gelip çatıyordu... Süreyya Efendi kahvehaneyi düğün salonuna çevirmişti, bu kahvehane jeopolitik konumu ve büyüklüğünden dolayı özel günlerde düğün salonu yapılabilme özelliğine sahipti. Bugün 47. düğüne ev sahipliği yapan bu güzide yer yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Ellerinden alkolü, yüzlerinden mutluluğu eksik etmeyen bu taşranın mensupları bugün için büyük bir özveriyle hazırlanmışlardı. Ben üstüme giydiğim mavi ceketim, altıma çektiğim horozibiği rengi kanvas pantolonum ve 8 yaşımın olgunluğuyla Züleyha'nın koluma girmesini rica ediyorum. Tatlı bir öpücük ve pek hazzetmediğim kafa okşama hareketinden sonra koluma giriyor ve 48. düğünün, bizim düğünümüz olması için dua ederek, kolumda Züleyha'yla ihtişamlı kahvehane kapısının içinden giriyoruz. İçeri girdiğimiz andan beri Süreyya Efendi yerine kendimi, Hannah Yenge yerine ise Züleyha'yı koyarak hayallere dalmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Ani bir sesle irkildim.
'Ne düşünüyorsun öyle ufaklık?' 
Toplum arasında bana ufaklık dememesi gerektiği konusunda birçok kez uyarmış olmama rağmen devam ediyordu. Ben yine beyefendiliğimi bozmadan, ceketimi düzelterek;
''48.düğünü.'' dedim.
''Kimler arasında geçiyor peki?''
''Daha önce kavuşamamış bütün aşıklar arasında geçiyor.''
''Hahaha! Çok acayip bir çocuksun sen.''
''Sen de çok güzelsin...'' dedim, müziğin içinde kaybolacak bir sesle.

 Danslar ve eğlenceler tüm hızlıyla devam ediyor, kadehler havada tokuşturuluyor, ben gözlerimi Züleyha'dan ve 12 katlı pastadan alamıyordum. Sabahların ilk ışıklarına kadar yapılan bu düğünlerin benim için en büyük handikapı, saat 00.00'dan sonra reşit olmayan çocukların Motor Mükremin'in minibüsüne doluşturularak zorla evlerine sokulmasıydı. Bu yüzden kalan süremi en iyi şekilde değerlendirmeliydim. On iki katlı pastanın en azından bir katını yemeli ve dünyalar güzeli Züleyha'mı en azından bir kere dansa kaldırmalıydım. Kenan Doğulu'nun henüz yeni çıkardığı 'Ben Güzelden Anlarım' şarkısında hareketli bir şekilde ve hemen ardından Gülben Ergen'in 'Kurşuni' şarkısı eşliğinde el ele dans ettik. Bu düğünlerinde böyle güzel yanları var işte, elini tutmak için yüzlerce takla atacağın kişinin elini sorgusuz sualsiz tutup, bir sağa bir sola sallama özgürlüğüne sahip olabiliyorsun. Ama ben zaten yaşımın avantajıyla birçok erkeğin hayalini kurduğu hayatı yaşıyordum. Mükemmel iki dansın ardından elini öpüyor ve bütün inceliğimle sandalyesini çekerek oturmasını bekliyorum...  Züleyha zarafetin ben ise centilmenliğin tanımını baştan yazıyordum. Tabi bütün büyü pastanın önüme gelmesiyle bozuldu. Bu dünyada karşı koyamayacağım iki şey var; birisi hepinizin malumu, diğeri ise pasta! Bütün beyefendiliğimi pastayla beraber masaya bıraktım ve ağzım yüzüm pastaya bulanana kadar yedim. Saat 00.00 olmak üzereydi, ve Motor Mükremin'in mutluluğuma darbe indirecek anonsu düğün salonunun içinde yankılanıyordu. Peçeteyle façamı düzelttikten sonra masadan müsaademi isteyerek kahvehanenin kapısından çıktım ve hemen arka bahçeye saklandım. Motor Mükremin yüksek derecede IQ yetmezliğinden dolayı benim arabada olmadığımı anlamamıştı. Mükremin'in düğüne tekrar dönmesiyle birlikte ben de arka cam tarafına doğru, Züleyha'yı en güzel açıyla izleyebilmek için konumlandım. Züleyha gerçekten harikulade görünüyordu. Gözlerimi gözlerinden alamadığım için kıyafetini inceleme fırsatını daha yeni buluyordum. Sarı saçları, kırmızı elbisesi, yeşil gözleri ve yeşil topuklu ayakkabılarıyla dünyanın en güzel kızı olmaya adaydı...  Belki biraz trafik lambasını andırıyor olabilir kombini ama gerçekten onun üzerinde bütün renkler ahenk içinde dans ediyordu.
 Ben Züleyha'nın hayalini kurarken Süreyya Efendi, Hanah Yenge'yle beraber geçireceği günlerin hayalini, Züleyha gelinlik giymenin hayalini, Tokatçı Cemil düğünden kalacak alkolleri eve götürmenin hayalini kuruyordu. Saat 03.00'ı geçer vaziyetteydi. Yaklaşık üç saattir, en güzel açıyı yakalamaya çalışan ressam edasıyla Züleyha'yı izliyorum. Yorgunluktan bayılacağım sanki, sanki yer ayaklarımın altından kayıyor, sanki..........
 16 Ağustos'u, 17 Ağustos'a bağlayan gece saat 03.02'de büyük bir sarsıntı olmaya başladı. Hiçbir şeye anlam veremedim, altıma işemiş ve olağanca gücümle bağırmaya başlayacakken başıma düşen inşaat taşlarından bayılmışıtım... Gözlerimi bir ambulansın içinde, benimle yanlamasına aynı sedyede yatan üç kişinin yanında açtım. Şiddetli bir baş ağrısından dolayı ayağa kalkmakta zorlanıyordum. Pek büyük bir şey olduğunu sanmıyorum, yöre halkı olarak alışığız burada depremlere. Ayağa kalkacak gücü kendimde bulmamla birlikte olayın büyüklüğünün farkına varıyordum... Her yer virane, çığlıklar, kanlar, cesetler, sayısız takım elbiseli insanlar, üniformalı polisler, kurtarma ekipleri ve yankılanan tek bir soru vardı... ''Sesimi duyan kimse var mı?''
* * *
 Bu felaketin ardından yaklaşık 20 sene geçti. Artık burada hiçbir düğün saat 00.00'ı geçmiyor. Artık burada hiçbir düğün eskisi gibi değil. Artık burada hiçbir şey eskisi gibi değil.
Neredeyse köyün dörtte biri enkaz altında kalmıştı. Züleyha'm, Hannah yenge, kahvehanenin yarısı... bütün sevdiklerimizi kaybettik. O zamanlar pek farkında değildim, şimdi farkına varıyorum bizden de geriye pek sağlam bir şey kalmamış. Ben o günden sonra hayal kurmayı bıraktım, Süreyya Efendi ise konuşmayı bıraktı. O günden sonra bir kez bile konuşmadı, ağzından kimse bir tek laf bile alamadı. 20 sene tek bir laf söylememek! Ben anlıyordum onu, 17 Ağustos gününden beri sadece bizim taşra değil, onun kalbi de enkaz altındaydı. Her gece 03.02'de Hannah'ının mezarına gidiyor, sessizce göz yaşlarını döküyor ve mezarını öperek oradan ayrılıyor. Bunu biliyorum, çünkü Hannah'ın yan mezarında Züleyha yatıyor.

1 Aralık 2019 Pazar

DİSOSİYATİF MANİFESTOLAR


İçimde, sadece aydınlık ile karanlık arasında yürüyenlerin anlayabileceği bir kahroluş mottosu barındırıyorum, gördüğün bütün cambazları unut...
   Bu yolun hikayesi farklı... çoğu zaman karanlık, bazen aydınlanıyor ve bazen karanlığın tam ortasında, tam orada bir silüetin beliriyor, gördüğün bütün gün doğumlarını unut... çünkü güneşin doğduğu en güzel coğrafi konum senin yanın. (bazıları bu argümanıma Nemrut Dağı diyecektir, umursama, nemrut dağı halka mal olmuş bir güzellik, sen ise bütün saklı kalmış güzelliklerin yansımasısın.)
   Uyku sersemi, kendinle kendi aranda kurduğun birtakım diyalogların vardı, bildiğin bütün stand-up gösterilerini unut... şimdilerde gülünecek pek bir şey bulamıyorum. komik bir şakayı kaçırmış öğretmenin siniri var üzerimde, 'gülünecek bir şey varsa söyle, ben de güleyim.' Bari biraz tebessüm etseydim? 
  Yaşıtlarım 62'den tavşan yaparken, bütün anlamların rafa kalktığı bir dil keşfettim, hiçbir kelime seni çağrıştırmıyor, bildiğin bütün zamirleri unut... üçüncü tekil şahıs zamirini unutma, ötekileştirmek konusunda senden iyi bir kişi tanımıyorum. (tanıyorum ama konumuz siyasi değil.)
  Çaresizlik lügatıma işledi, dilim dönmüyor isminin geçtiği cümlelere, zaten senin adının geçtiği yerde; '-dön' kelimesinin herhangi bir mastarı acziyet altında kalıyor ve benim içimde birden çok kişi barınıyor. Bugün Mükremin oldum, ''Bak Asuman, sana karşı yüreğimde meydana gelen yer sarsıntılarını inkar edecek değilim.'' repliğini benden önce Yılmaz Erdoğan'ın söylemesine hayıflandım. Ama olsun, Postacı'nın, Neruda'ya söylediği çağ atlatan söz kulaklarımda çınlıyor; ''Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir.'' 

 Bu yazıda yalnızca geçmiş ve şimdiki zaman kullanılmıştır, çünkü bazı hayatlar geçmiş ve şimdiki zamandan ibarettir. Future Tense'in herhangi bir anlam ifade etmediği insanların, çalınmış zamanlarına ithafen...

12 Ocak 2019 Cumartesi

MOONLIGHT

ay ışığı yansıyor saçlarına, şu moonlight denilen, senin ingilizceyle aran oldum olası iyiydi, ben pek beceremezdim.
birkaç kez aynı kaldırımlara değdi tabanlarımız, birçok kez rastladık birbirimize, birçok kez de kaybettik, burası kaybetmeden rastlamanın pek mümkün olmadığı bir coğrafya diyor adını bilmediğim bir şair, ama konumuz inan ki bu değil.
birçok kez rastladık birbirimize, güneşin doğmaya sebep aradığı gecelerde ve Ali Lidar dizelerinde.
Evet.
Ali Lidar dizelerinde.
''Ben seni severim, sevmesine de...'' *

Aydınlığı olmayan karanlıkların ve serin gecelerin boş banklarında, infilak edilen hayallerim vardı, duymadın hiçbirini, gerçek acılar sessiz çekilirdi ve sen kilometrelerce ötedeydin.
hayatım dörtlü flaşör, kalıcı olamadım hiçbir yerde, aksine bir yere de gidemedim, kalmak ve gitmek arasında bir yerdeyim, 
saygıdeğer Tanrı bu duruma kitabında araf diyor, ama üzgünüm Tanrım araf biraz hafif kalıyor.

uykuyla aram yok, rüyalarımı ayakta görüyorum. bu sefer karanlık bir mezbahada açtım gözlerimi.
bir gölge;
''soluduğun oksijen ise ciğerine dolan bu acı ne?'' diyor
''gerçek.''
''gerçek yanılsamadır.''
''hayatta öyle.''

Mezbahadan çıktım, artık ciğerim de beş para etmiyor. 
Boşlukta hissediyordum, sonsuz bir boşluk. İçine dünyanın bütün mutlulukları doldurulsa dahi dolmayacak bir boşluk.
Sahil kenarına yürüdüm, bir zamanlar denizin dalgalarla olan münasebetine hayran olan birini hatırladım.
Unutmak fiilinin lügatıma girmediği zamanlar...

Benim münasebetim daha çok gökyüzüyle.
Gökyüzü yine kasvetli, pek sevmiyorum bu hailini ama arada çıkan gökkuşağının hatrı var.
Kafamı kaldırıyorum, gökyüzüne doğru yükseliyorum.
İsa tarzı bir yükseliş değil bu. Kendime rakip aramıyorum.
Gölge de peşimden geliyor, insanları işaret ediyor.
''Yukarıdan bakınca karınca kadar gözüken insanın yüreğinde dünyalar kadar acı barınıyor.'' diyor. 
''Tek acı çekenin sen olduğunu mu sanıyorsun? Milyarlarca insan, ve milyarlarca acı var bu yeryüzünde.''

Yine kayboldu ortadan. Arada geliyor, frekans problemi yaşıyor galiba.
Yavaş yavaş iniyorum yeryüzüne, binbir gecenin, binbir türlü acılarının, binbir türlü sesleri yankılanıyor kulağımda. 
Zincirleme isim tamlaması değil, zincirleme acılar orkestrası.
En güzel melodi, daha çalınmamış olan. 
Zamanında yan yana gelmemiş iki notanın özlemi var içimde.
Bir araya gelseler çok güzel olacak ama geldikten sonra bir anlamı kalmayacak.

bu devrin muallakta kalmış çocuklarından sadece biriyim.
yürüyorum arkama bakmamak için.
dönecek olursam geçmişle karşılaşırım biliyorum. 
yürümek için yol gerekli, yol yordam bilmeden yürüyorum.
Siz kendi tarafından terk edilen birine tanık oldunuz mu daha önce?
Kendi tarafından terk edilmenin ne olduğunu asıl ben bilirim.
bilirim çünkü Sokrates benden bi' haber, ben de felsefeden. 

yürüyorum ayaklarım acıyor, bekliyorum ruhum.
hava aydınlanıyor, gölge artık gelmeyecek.
part-time çalışıyor.
güneşle uzun yıllardır süren anlaşmazlıkları var.

sonu gözükmüyor yolun, ben yürümeye devam ediyorum.
arkamda tamamlanmamışlıkların hüznü.
önümde göz kamaştıran ay ışığı.
ve anlıyorum, gölge bir daha gelmeyecek.
ve anlıyorum, sen bir daha gelmeyeceksin.

ölüyordum.
bir iç kanamasıydı bu.
bütün dünyayı göle çevirmeye yetecek kadar,
aynı zamanda;
içimde olduğu için kimsenin bilmeyeceği.

artık ruhum karaborsada.
bir zenci geçiyor yanımdan,
ve arkada moonlight çalıyor.

''Shawty look good in the moonlight
  All these pussy niggas so bad mind.''



https://www.youtube.com/watch?v=GX8Hg6kWQYI

http://lidar-kkyy.blogspot.com/2011/01/ben-seni-severim-sevmesine-de-toplum.html