28 Aralık 2020 Pazartesi

Pessoa ve Karaköy Yokuşları




 Saymakla bitmeyecek hatalarım ve Cevizlibağ metrobüs durağına yoğunlaşmış kalabalık var. Durumlar bu ara nevrotik. Anlamlandıramadığım şeylerin ağırlığı geceleri uyku kalitemi etkiliyor ve ne kadar gereksiz edebiyat varsa hepsinin öznesi ben oluveriyorum. Karaköy yokuşundan, İstiklal'e doğru çıkıyorum, ekonomik buhran ses tellerini etkilemiş vaziyette, esnafların sesi her geçen gün daha fazla gür çıkıyor ve cami tuvaletine zam gelmiş. Galata'nın önü yine anlamsız kalabalık. Galata, İstanbul'un bin beş yüz yıldır en şaşalı arka planı, önündeyse sayısız fotoğraf arsızı var. Antik mimarilerin son model telefonlarla imtihanı... 

 Terkos pasajının biraz ilerisinde; 

''insan zamanını durdurmak istediği yere aittir. "Masör Ezgi 05**" yazıyor." 

Buradan ne sonuç çıkarmamız gerekir? Hiç. Cümlenin değeri söyleyen kişinin amacına göre değişmez. Hem herkes kendi hayallerinden sorumlu değil miydi, Alper Canıgüz o kadar dili boşuna dökmedi. Zamanı durdurmayı hayal etmek Amelie'nin olduğu kadar Masör Ezgi'nin de hakkıdır ve Canıgüz muazzam bir yazardır. 

 Telefonu elime alıp, Ezgi'yi aramak için aşırı bir istek duymaya başladım. Ne zaman bir şeye aşırı istek duysam, iradesizliğin tanımını baştan yazarım. Telefonun 'dııt' sesi iki kez ahizeden çıkarak kulaklarımın içine akmıştı ki, 'Merhaba, ben Ezgiie' sesiyle irkildim. 

 

"Merhaba Ezgie, insan zamanını durdurmak istediği yere ait ise hiçbir yerde olmak istemeyen insanlar nereye aittir?"

"Nasıl?"

"İnsan diyorum, zamanını durdurmak istediği yere aitse, hiçbir yerde olmak istemeyenler nereye aittir."

"Hiçbir yere mi? Ne diyorsunuz hiçbir şey anlamadım valla."

"Terkos pasajının ilerisindeki duvara bunu sen yazmadın mı?"

"Heh! Hayır, ben hemen altına kendi numaramı yazdım."

"Reklam yapacak orayı mı buldun?"

"Daha uygun yer yoktu. Hem sana ne, zabıta mısın? Deliye bak çattık ya!''

"Öncelikle ben deli ve zabıta değilim ama her zabıta biraz deli olabilir. Ayrıca orası da hiç uygun bir yer değil.''

"Bundan sonra yazacağım duvarları senin onayınla belirlerim o zaman. Siktir git manyak, bela mısın nesin sabah sabah!"

Dııt dııt...

Ne deli, ne zabıta, ne de belaydım. En azından zabıta olmadığım kesin. Kısa bir telefon görüşmesi tarafından 3 kere sınıflandırılmaya maruz kaldım. Sevgili Tolstoy, insan ne ile yaşar pek bilmem ama zannedersem sınıflandırmadan yaşayamıyor. Hem ne bu kin! Sanki dünya üzerindeki bütün öfkelerin müsebbibi benim, bu mütecaviz milletin isyan edişi hep benim üzerimde biçimleniyor. Gerçi insan sinirlenmek için her zaman bir nedene ihtiyaç duymaz, delirmek için de olduğu gibi.

 Biraz soluklanma ihtiyacı hissediyordum, bu yokuşu çıkmak kolay değil, özel bir yoruculuğu var. Son zamanlarda, huzuru kalmadığı için huzur bozmayı kendine görev edinmiş yaşlı insanlar gibiyim. Bu durumu annem başka şeylere, arkadaşlarım bambaşka şeylere yoruyor, benim kime yorduğumu yalnızca sen biliyorsun. Ya da sırf yoramadığım için en ufak şeylerde bile yorulmaya başladım, tanrı bilir. Birileri, bir yerlerde, bir şeyler biliyor ve olup bitenleri bütün insanlık benden saklamaya ant içmiş durumda sanki. Nereden geldik bu konuya inanır mısın, bilmiyorum. Soluklandıkça örselenen anılara sahibim ve galiba huzursuzluğa yeni boyut kazandırıyor varlığım. Zaten bir ben farkındayım, bir de Pessoa. Çünkü Huzursuzluğun Kitabı'nı beni tanımasa yazamazdı.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder